30 Ocak 2014 Perşembe

Berlin- 2.

Sevgililer, ikinci Berlin notunu “haftaya yazarım” deyip aradan ancak bir ay geçtikten sonra yazabiliyorum; kusura bakmayın. Geçenlerde bir arkadaş "ne çok 'kusura bakmadık' bu sene" yazmış, çok güldüm :) Bir kez de benim kusuruma bakmayıverin işte.

Geçen sefer yazmaya Berlin’deki ırkçılık potansiyelinden ve Nazi döneminden söz açarak başlayınca ve konuyu orada bırakınca, doğal olarak bu konuyla devam edeceğimi düşündünüz ve sırf bu yüzden merak duyanlarınız var; ancak bu yazıda değinmeyeceğim sanırım. Bilmiyorum belki de yeri gelir. Aslında hiçbir şeyi tek seferde yazmam ve Hemingway abimiz gibi “yazdığım yüz sayfanın doksanının bok kovasını boylaması gerek”tiğini düşünürüm, ama bugün bir istisna yapıyorum; kafam güzel, çalakalem iyi bir ritim tutturdum, ne yazacağımı pek bilemiyorum, bakalım ne olacak.

Bir şehri bir kez, birkaç ay görmeyle tanımanın imkânsızlığından söz etmiştim; Batur “Paris, Ecekent” kitabında bu tanıma meselesinin başka bir yönüne daha dikkat çekiyor:
“…Paris, son yüzelli yıla bakılacak olursa, üzerinde en çok yazılmış, en yaygın ve ayrıntılı araştırmalara sahne olmuş kenti yerkürenin; bu durumda yapılacak iş, kişinin alabildiğine öznel bir yazıya yönelmesi. Böyle bir girişimin yalnızca gözlemlere, duygulara, izlenimlere dayanması eşyanın mantığı gibi görünebilir, değil: Bir şehirle, ama Paris ama İstanbul, ilişkiye girmek, bir yandan da onunla tanışmayı sürdürmektir: Bunu biliyordum, bunu yanlış biliyormuşum, bunu bilmezdim –avare ruhun avare yazısı yolda donanır”, diyor.
Berlin, Paris ve İstanbul ile karşılaştırılabilir değilse de, çok yazılıp çizildiği, tartışıldığı, araştırıldığı şüphesizdir; bu nedenle bana da en doğrusu insanın o şehirden yansıyan kendini yazmasıdır, orada hissettiklerini yazmasıdır, gibi geliyor. Üstelik dönüşümden birkaç ay sonra ara ara özlemle hatırladığıma bakılırsa, son tahlilde, “tanışmayı sürdürmek” istiyorum galiba. Son günlerde kendimi sık sık “Etnoloji Müzesi’ni tam olarak gezemedim yaa”, “Wannsee’yi de görseydim iyiydi” ya da ”Neues Museum’un Prehistorya bölümü de bu sene açılacak…” diye düşünürken buluyorum :)

Ben yurtdışına çok az çıkma fırsatı bulabildim. Hepsi de Avrupa’da olan dört ülkede, beş şehir gördüm. Ama hangisinde olursam olayım, kendimden hiç beklemediğim, müthiş bir rahatlık, özgürlük ve ait olma hissi duydum, hiç yabancılık hissetmedim. Berlin’in bana verdiği ilk duygu da işte bu rahatlık ve özgürlük duygusuydu (R.E.M.'den ÜBerlin eşliğinde okuyunuz:

Oraya giderken sanki memleketimin bilmediğim bir şehrine gidiyordum. Uçaktan indiğimde, “şu eşek ölüsü bavulu sürüklemek olmasa, havalanıcam sanki” diyordum. Yürürken yere basmıyordum neredeyse, o derece. Coşkun; Pessoa'nın dediği gibi, ben ve gökyüzü ve toprak:

YOLA ÇIKMAK! YİTİRMEK ÜLKELERİ

Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.

Fernando Pessoa, 1933 (Çev. Cevat Çapan)


Kafamdaki Berlin planı oldukça basitti. Her akşam farklı bir bira markası denemek, Mine gelene kadar sıkı çalışmak, ancak o geldikten sonra kenti ve müzeleri gezmek. Sonra yine çalışmak, yine bira içmek :) Ne tarihini okumuştum Berlin’in, ne bir rehber karıştırmıştım; çünkü aslında Berlin’i görmeye değil, tezime çalışmaya gidiyordum. Berlin amaç değil araçtı yani. Ancak bugün, giderken ve oradayken yeterince okuma fırsatı bulamadığım sevgili Berlinli ölülerim, satırları arasından beni Berlin’e geri çağırıyor. Özellikle Benjamin, Berlin’de doğmamış olsalar da bence biraz da burada yattıkları için Berlinli sayılmaları gereken Brecht ve Meinhof.

Benjamin; “yaşamı boyunca İbiza’dan Moskova’ya, Paris’ten Capri’ye, neredeyse tüm Avrupa’yı mekan edinmiş”[1], 1932’de benim yaşımdayken çocukluğunu yazmaya başlamış olan Benjamin. Brecht; Charite hastanesinde ölüm döşeğindeyken yazdığı şiirde “…epeydir korkmuyorum ölümden, … karatavukların şarkısının tadını benden sonra da çıkartabilirim”[2] diyen Brecht. Meinhof; “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı” tercih ettiği için mezarında dahi rahat verilmeyen Meinhof... Dönüp dönüp onları okuyorum, bugünlerde...

Kafamın güzelliği şu anda bir sızma özlemine döndü dostlar, huzurunuzdan şimdilik kaydıyla ayrılırken, tutamayacağım sözler vermiyorum, bir ara devam ederim, umarım çok uzun sürmez diyorum.




[1] Dellaloğlu, B. 2007. “Walter Benjamin”, Cogito 52, 7-8.
[2] Als ich in weißem Krankenzimmer der Charité
Aufwachte gegen Morgen zu
Und die Amsel hörte, wußte ich
Es besser. Schon seit geraumer Zeit
Hatte ich keine Todesfurcht mehr. Da ja nichts
Mir je fehlen kann, vorausgesetzt
Ich selber fehle. Jetzt
Gelang es mir, mich zu freuen
Alles Amselgesanges nach mir auch
[Brecht’in bu son şiirini çevirebilmeyi isterim; bakalım…]

5 Ocak 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder