1 Mayıs 2014 Perşembe

Tezer Özlü ve Yeryüzüne Dayanabilmek İçin



“Tezer Özlü, Türk edebiyatının lirik prensesi.”
“Tezer Özlü, Türk edebiyatının nostaljik prensesi.”

YKY’den çıkmış "Eski Bahçe-Eski Sevgi" ve "Çocukluğun Soğuk Geceleri" kitaplarının arka kapağında, bu cümleler yazıyor. Bu cümleleri kimin yazdığı-yakıştırdığı bilinmiyor. Kitaplarda bir editör ya da yayına hazırlayan ismi yok, baktım.

Özlü’nün yurtdışından buradaki dergilere (çoğunlukla Milliyet Sanat) gönderdiği, sanat olaylarını tanıtan ya da bir haber veren yazılarını bir araya getiren Yeryüzüne Dayanabilmek İçin adlı kitapta Özlü, Meksikalı yazar Juan Rulfo’nun “yazınsal yapıtının ancak 300 sayfa tuttuğunu, ama Sophokles gibi ölümsüz olduğunu” söyleyen Marquez’den alıntı yapıyor. Yıl 1982[i]. Kendi yapıtının da aşağı yukarı o kadar tutacağını (ama Rulfo’yla aynı şekilde, ne çok insanı etkileyecek, sarsacak, düşündürecekti) nereden bilsin... Dört yıl sonra, onu göğüs kanserinden, 43 yaşındayken kaybediyoruz.

Henüz genç ve güzelken yaşamını yitirdiği için mi “prenses”? Neden “lirik”? Neden “nostaljik”? Çocukluğun Soğuk Geceleri nedeniyle mi “nostaljik”? Onu nasıl bu kadar kolaycı, üstünkörü “gamlı prenses”, “melankolik prenses” tanımlarına hapsediyoruz, ne hakla? Onu bu adlandırmalara hapsetmek, yapıtını anlamamış olmak demektir kanımca. Oysa Tezer Özlü’nün yapıtından ben azmi, doğası itibariyle acılı olan yaşamı yaşanabilir kılma çabasını anlıyorum. Satırlarını her okuduğumda hissettiğim şey yılgınlık değil, coşku oluyor. 

Tezer Özlü’yü birkaç yıl önce, oldukça geç yaşımda tanıdım. Söyledikleri kadar, söyleyiş tarzı da o denli kendine özgü idi ki. Beni ilk bunun çarptığını hatırlıyorum. Yepyeniydi; rastlanmadık. Ve daima yepyeni kalacak. Bu ne demektir? Onu “gamlı prenses”e indirgemek isteyenler üzerinde düşünmelidirler. 

Özlü’nün kişiliğine ve yapıtına yapılan haksızlığa ve saygısızlığa her zaman öfkelenmişimdir; son kitabı çıktığında da duygularım değişmedi. Üzerine çok yazıldı, derinlemesine bir yazı maalesef yine çıkmadı.

Son kitabının düzenlenişine ilişkin itirazlarım başlıca üç konuda toplanıyor. Birincisi, yukarıda değindiğim oluşturulmuş yaygın yanlış imajını pekiştiren, kitabı yansıtmayan ve temsil edemeyecek olan ad seçimi. Tamamen ticari ve sinir bozacak ölçüde kör gözüm parmağına. Oysa Özlü aynı kitapta örneğin, “Aslında batıyı, kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlılığı içinde ve bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi.”[ii] de diyor. Yoksa nedir yani, her yazar yeryüzüne dayanabilmek için yazar.

İkincisi, sayıları çok fazla olmasa da yazım yanlışları ve editör(ler)in eksikleri. Bir kere, bunca yıl sonra büyük bir yayınevinden çıkan kitap hatasız çıkamaz mıydı? Çok düşük bir olasılık, bu yanlışların metinlerin orijinalinde de bulunduğu; ancak bu belirtilmemiş. Kaldı ki, öyle bile olsa, hataların Özlü’nün elinden çıktığını düşünmek çok zor, o zamanki yayın süreciyle ilgili olmalı. 
Özensizliğe başka bir konuda, bir örnek daha: 135. sayfaya “editörün notu” olduğu belirtilen bir dipnot eklenmiş; iyi güzel. Bu not bir yönetmenin, yazının yayımlandığı tarihten sonra hangi filmleri çektiğini bildiriyor. Peki, editörlerden biri olsun, Özlü’nün Marburg edebiyat ödülünü almasıyla ilgili yazısının sonuna, bu ödülün kaç yılında Özlü’ye verildiği bilgisini yazmıyor? Yazının künyesi de yok çünkü… 8. sayfada editör hangi yazıların künye bilgilerine ulaşılamadığını vermiş; ancak bunlara neden ulaşılamadığını, ellerindeki yazıların basılı mı el yazısı mı olduğunu belirtmemiş; yayımlanmış olup olmadıklarını bilemiyoruz. 

Üçüncü ve en büyük itirazım, yazıların sıralanışıyla ilgili. Kronolojik bir sıra gözetilmemiş. Olabilir. Ama böyle olunca başka açılardan bir düzenleme beklerim. Belki konu bütünlüğü amaçlanmıştır, ama bakıyoruz, o da yok. Örneğin, “32. Uluslar arası Berlin Film Festivali Başlıyor” başlıklı yazıyla “32. Berlin Film Şenliği: 12 Günde 700 Film” başlıklı yazının arasında apayrı konuda iki yazı var, biri tarihsiz…
Yazılarda konu olarak ağırlık film festivalleriyle, sinemayla ilgili olanlarda. Bunlar bir araya toplanabilirdi. Aramızdan ayrılan yazarlar üzerine yazdıkları bir araya getirilebilirdi. Birçok düzenleme yapılabilirdi; ancak ne tercih edilirse edilsin, bununla ilgili bir açıklama konmalıydı. En basitinden, kronolojik bir sıra bile gözetilse şu komik yanlışa düşülmezdi: 37. Locarno film festivalini aktardığı yazı, 41. Venedik film festivalini müjdeleyerek bitiyor, ama Venedik film festivaliyle ilgili yazı, Locarno yazısından önce geliyor… Başka bir örnek: Peter Weiss söyleşisi ile Weiss’ın ölümü nedeniyle kaleme aldığı yazı birbirinden çok uzakta; biri 46. diğeri 161. sayfada yer alıyor. Ancak yalnızca dört ay arayla yazılmışlar. Bu şuursuzlukla iyi ki “editörler” (iki kişi) ve “hazırlayan” (etti üç kişi) Weiss’ın ölüm haberini ödül haberinden önceye koymamış. 

Bu kitap hakkında çok yazı okudum, belki okuduğumun iki üç katı yazı daha vardır, okumadığım. Benim okuduklarım genelde kitaptan, içeriğinden ziyade Özlü’ye ve daha önce yazdıklarına odaklanıyordu. Zweig ve Kafka’dan söz ettiğini yazan bir iki kişi vardı, o kadar.

Benim için kitap, birkaç açıdan çok değerli. Bana hissettirdiği ilk duygu, sanırım diğer Özlü severlerle ortaktır: başka bir eserini okuyamayacağını sanarken, kavuşmanın mutluluğu. Sonra, çeviri üzerine yazdıklarını önemli buldum: “Özeleştiriden Yoksunlukla Çağdaşlaşma Olanaksızdır” başlıklı yazısında Özlü, “Dünya yazınının iyi çevirmenleri, dünya yazınının büyük yazarlarıdır” diyor. Özlü sayesindeki önemli bir kazanımım da, Peter Weiss’ı tanımak oldu. Üç ciltlik romanı “Direnmenin Estetiği” bizde tek cilt halinde, birkaç ay önce İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı. Açıkçası haberdar olduğum halde, Özlü’nün Weiss hakkındaki yazılarını okuyana dek roman tek başına, okumanın zorunlu olduğu duygusunu uyandırmamıştı. Özlü’nün yazıları hem yazarı hem de yapıtını tanıtması açısından çok önemli. Son olarak bahsedeceğim, beni etkileyen yazılarından biri de, “2. Dünya Kültürleri Festivali: Latin Amerika Yazarları ile Alman Yazarları Aynı Dili Konuşmuyor” başlıklı yazısıydı. Bu yazıda da hem Latin Amerika yazarlarının bilmediğimiz yönlerini tanıma fırsatı buluyor hem de Özlü’nün dediği gibi, düz ve mecazi anlamda Alman yazarlarıyla “aynı dili konuşmadıklarını” öğreniyoruz. Örneğin G. Grass ABD’nin sözcülüğüne soyunmuş... Genel olarak da, Özlü'nün Almanya'dan söz ettiği tüm yazılarında o dönemde henüz iki kutuplu olan dünya olanca ağırlığıyla kendini duyuruyor. Batı Almanya cephesinden dünyanın nasıl göründüğünü daha açık seçik anlıyoruz; sanat olaylarının mebzul miktarda ama heyecansız olduğunu da. Liberalizm kol geziyor…

Uzatmayayım daha fazla, yeterince uzattım; ama işte hepsi kitabı okuyun! ama bir yandan da eleştirin! diyeydi…




[i] Kitaptaki yazı tarihsiz; birkaç dakikalık bir aramayla buldum ama editörler (!) bulup bir not koyamamış.
[ii] s. 10.