Adamın biri kralın kapısını çalmış ve demiş ki, Bana bir tekne ver. Kralın
evinin daha birçok kapısı varmış, ama bu kapı, dileklere mahsus kılınmış olan
kapıymış. Tüm zamanını hediyeler kapısının önünde bekleyerek geçirdiğinden
(krallara sunulan türden hediyeler, bilirsiniz işte), dilekler kapısı
çalındığında, duymamazlıktan gelirmiş kral, ancak kapıyı döven bronz tokmağın
sesi durmak bilmez, kulak tırmalayıcı olmaktan çıkıp bir rezalete yol açacak
biçimde komşuları huzursuz etmeye başlarsa (insanlar söylenmeye başlarmış,
Kapıyı açmaya bile gücü yetmiyorsa, ne biçim kral bu böyle), ancak bundan sonra
birinci kâtibe seslenirmiş ve dilencinin ne istediğini öğrenmesini buyururmuş,
tabii onu susturmanın başka bir yolunu bulmak ihtimaller dahilinde değilse.
Ardından birinci kâtip, ikinci kâtibe haber verirmiş ki o da üçüncü kâtibi
çağırırmış ve üçüncü kâtipse birinci hizmetliye emirler verirmiş, bunun ardından
birinci hizmetli emirleri ikinci hizmetliye iletirmiş, işte böylece, emirler
aşağılara, ta temizlikçi kadına kadar ulaşırmış, artık onun da emir verecek
kimsesi olmadığından, kapıyı azıcık aralarmış ve aralıktan sorarmış, Söyle,
nedir isteğin. Dilenci derdini anlatırmış, yani onu buraya getirenin ne
olduğunu, ne istediğini söylermiş, sonra kapı önünde, talebinin kulaktan kulağa
tüm bu yolları bir kez daha katedip ta krala kadar gitmesini beklermiş. Talep
ona geri geldiğinde her zamanki gibi kendisine sunulan hazlarla meşgul olan
kral, cevap vermekte hiç acele etmezmiş, fakat sonunda, insanlarının mutluluğu
ve refahıyla yakınen ilgili olduğunu kanıtlayan bir iş yapar, birinci kâtibe
resmi bir rapor kaleme alması için emir verirmiş, birinci kâtip, gerçi söylemeye
gerek yok ama, emri ikinci kâtibe iletirmiş, ikinci kâtipse üçüncü kâtibi olup
bitenden haberdar edermiş ve işte böylece sözler yine aşağılara, ta temizlikçi
kadına kadar varırmış ki o da kafasına göre evet ya da hayır diye bir cevap
verirmiş. Gel gelelim bir tekne isteyen şu adamın durumunda, olup biten bundan
ibaret değilmiş. Temizlikçi kadın kapının aralığından sorduğunda, Söyle, nedir
isteğin, adam diğerleri gibi unvan, altın ya da üç beş kuruş para istememiş,
demiş ki, Kralla konuşmak istiyorum, Sen de bal gibi bilirsin kralın buraya
gelemeyeceğini, hediyeler kapısının arkasında işi başından aşkın, diye cevap
vermiş kadın, Pekâlâ, gidip ona benimle yüz yüze konuşmak için yanıma gelmediği
sürece yerimden kımıldamayacağımı söyle, gelip derdimi dinlemeli, demiş adam ve
sonra da kapının önüne boylu boyunca uzanmış, hava soğuk olduğundan bir
battaniyeye sarınmış. Girmek ya da çıkmak isteyen önce onu çiğnemek zorunda
kalacakmış yani. Şimdi bu büyük bir sorun doğurmuş, çünkü, bir kere şunu akıldan
çıkarmamak gerekiyor ki kapıların idaresi için hazırlanan tüzük gereği bir
defada ancak bir dilenciyle ilgileniliyormuş ve bunun anlamıysa, kapının önünde
cevap bekleyen biri olduğu sürece, kimsenin yaklaşıp ihtiyaçlarını ya da
arzularım bildiremeyeceği. İlk bakışta, tüzükteki bu maddeden herkesten çok kral
faydalanıyormuş gibi geliyor insana, ne de olsa kederli hikâyelerle can sıkan
insan sayısı ne kadar azalırsa, kralın o kadar çok zamanı olurdu hediyeleri
toplayıp biriktirmeye, ona sunulanlarla keyif çatmaya. Fakat biraz düşünürsek
aslında kralın kaybeden taraf olduğunu anlarız, çünkü insanlar basit bir cevabın
bile akıllara durgunluk verecek kadar uzun zaman aldığını fark edince ortaya
çıkacak olan tepkiler, toplumun huzurunu tümden kaçıracaktı ve bu, krala sunulan
hazlar ve saraya akan hediyeler söz konusu olduğunda ani ve olumsuz bir etki
uyandıracaktı. Bahsi geçen özel koşullar altında, üç günün sonunda, kimin yaman
olduğu herkes tarafından iyice anlaşılınca, kral, talebinin uygun görülen resmi
kanallar aracılığıyla iletilmesini reddeden şu baş belasıyla yüz yüze görüşüp ne
derdi varmış öğrenmek için, hediyeler kapısına gitmiş. Aç kapıyı, demiş kral
temizlikçi kadına, o da sormuş, Açayım mı yoksa aralayayım mı. Kral bir an
tereddüt etmiş, işin aslı, sokak havasını ciğerlerine çekmeye tenezzül etmezmiş
pek, fakat düşünmüş taşınmış, onun gibi soylu bir şahsiyetin, bir kuluyla kapı
aralığından konuşmasının uygunsuz olacağına hükmetmiş, majestelerinin onuru söz
konusu, olur mu hiç kapı aralığından konuşmak, sanki majesteleri korkarmış gibi
bir kulundan, hele onu dinleyen birisi varken yanı başında, konuşur mu hiç
kapının aralığından, hele bir de o dinleyen, her şey olup bittikten sonra cümle
aleme kim bilir neler neler duyuracak bir temizlikçi kadınsa, olur mu kapının
ardına saklanmak, Aç kapıyı sonuna kadar, diye buyurmuş kral. Bir tekne isteyen
adam, kapının sürgüleri açılırken çıkan sesi duyar duymaz kalkmış yattığı
yerden, battaniyesini katlamış ve beklemeye koyulmuş. Tüm bunlar birilerinin
olup bitene müdahale edeceğinin işaretini veriyormuş, bunun anlamı da kapının
önünün çok yakında boşalacağı olduğundan, kralın cömertliğinden medet uman ve
haliyle kapının önünde yer kapmak için çıldıran adamlar bizimkilerin etrafım
sarıvermiş. Kralın beklenmeyen ziyareti (tahta çıktığı günden bugüne, daha önce
hiç görülmemiş böyle bir şey yaptığı), herkesi şaşkına çevirmiş, tek şaşıran
kapının önünde yer kapmaya çalışanlar değilmiş, sokağın karşı tarafında oturan
ve az evvel kopan şamatayı merak edip pencerelere koşuşturan insanların da ağzı
açık kalmış. Olup biten karşısında hiç de şaşırmış gibi görünmeyen tek insan,
kraldan bir tekne istemeye gelen adammış. Üç gün sürse bile, kralın, kayda değer
hiçbir sebep olmaksızın alışılmadık bir cüretle onunla yüz yüze konuşmayı talep
eden bir adam karşısında meraka kapılmaya mecbur olduğunu hesap etmiş ve işte
haklı çıkıyormuş. Bir yanda dayanılmaz merakı, bir yanda daha ne olup bittiğini
anlayamadan etrafa toplanan kalabalık, iyice bunalmış kral ve birbiri ardına üç
soru patlatmış, Ne istiyorsun, Neden ne istediğini herkesin söylediği gibi
söylemedin, Sence yapacak daha iyi bir şeyim yok mu benim, fakat adam yalnızca
ilk soruyu cevaplamış, Bana bir tekne ver. Kral öyle bir afallamış ki,
temizlikçi kadın telaşla tabureyi ve dikiş yaparken oturduğu hasır koltuğu
hazırlamış, buyur etmiş kralı, yani bu kadın sadece temizlik yapmazmış,
saraydaki yırtık sökükten de o sorumluymuş, elinden geldiğince diker yamar
dururmuş, ona bakarmış mesela uşakların çoraplarındaki sökükler. Kral garipsemiş
oturduğu yeri, çünkü bu koltuk onun tahtından çok daha alçakmış, nereye
koyacağım şaşırmış ayaklarım, önce şöyle bir toparlamış bacaklarını, sonra
bakmış olmuyor, iki yana açmış bacaklarını yayılmış, bu arada bir tekne isteyen
adam sabırla bir sonraki soruyu beklemekteymiş, Peki acaba, mümkün müdür şu
tekneyi niçin istediğin konusunda bizleri aydınlatman, işte, nihayet temizlikçi
kadının koltuğuna yerleşmeyi başarıp bir nebze de olsa rahat ettikten sonra
kralın sorduğu soru bu olmuş, Bilinmeyen adayı aramaya çıkmak için, diye cevap
vermiş adam, Bilinmeyen ada nerden çıktı şimdi, diye sormuş kral kahkahasını
bastırmaya çalışarak, şuna bakın hele, sanki seyrüsefer hayalleriyle kendinden
geçen o zırdelilerden biri var karşısında, böylesine bulaşmak pek hayırlı olmaz
diye düşünmüş olmalı, içinden gülmeli belli etmemeli, Bilinmeyen ada diyorum,
diye tekrarlamış adam, Saçma, bilinmeyen ada kalmadı artık, Sana kim söyledi,
efendi, bilinmeyen ada kalmadığını, Bütün adalar haritada var, Sadece bilinenler
var haritalarda, Peki ya senin aramak istediğin neyin nesi, Eğer bunu
söyleyebilseydim, bilinmeyen demezdim ona, Yoksa birilerinin onun hakkında
konuştuğunu mu duydun, diye sormuş kral, daha ciddiymiş şimdi, Hayır, kimsenin
ondan bahsettiğini duymadım, Öyleyse niye inat ediyorsun var var diye, Çok basit
bir sebebim var, bilinmeyen ada kalmaması mümkün değil de ondan, Ve bu yüzden
bir tekne istiyorsun benden, Evet, buraya bir tekne istemeye geldim, Peki sen
kimsin ki ben sana bir tekne vereceğim, Sen kimsin ki beni geri çevireceksin,
Ben bu toprakların kralıyım ve bu kraliyetteki bütün tekneler benim malımdır,
Daha çok sen o teknelerin malısın, Ne demek istiyorsun, diye sormuş kafası iyice
karışan kral, Dediğim o ki onlar olmadan sen bir hiçsin, fakat onlar sen olmadan
da yelkenlerini açabilirler, Ancak benim emrimde, benim kaptanlarım ve benim
denizcilerimle yapabilirler bunu, Ben senden kaptan ya da denizci istemiyorum,
senden tek istediğim bir tekne, Peki şu bilinmeyen adaya ne olacak, eğer onu
bulursan, o da benim malım olacak mı, Sen, efendi, sadece bilinen adalarla
ilgileniyorsun, Bir bilinsin, diğerleri de ilgilendirir beni, Belki de bu ada
bilinmeye yanaşmaz, Öyleyse ben de vermem sana tekneyi, Verirsin, verirsin.
Böylesine kendinden emin bir tarzla sarf edilen bu sözleri duyduktan sonra,
konuşma başladığından beri hediyeler kapısının önünde bekleyen ve gitgide
sabırsızlanan onca insan, dayanışma ruhu taşıdıklarından değil de sırf o baş
belasından bir an önce kurtulmayı gönülden arzuladıklarından, araya girmeye
karar vermişler ve hep bir ağızdan bağırmaya başlamışlar, Ver şuna tekneyi, ver
şuna tekneyi. Kral temizlikçi kadına, halk arasında düzeni ve tertibi sağlaması
için saray muhafızını çağırmasını buyuracak olmuş, tam ağzını açmış konuşmaya
başlayacakmış ki, karşı taraftaki evlerin pencerelerinden, olup biteni heyecanla
takip eden insanlar, hararetle katılmışlar koroya, başlamışlar diğerleriyle
birlikte bağırmaya, Ver şuna tekneyi, ver şuna tekneyi. Toplumsal iradenin
böylesine açık seçik ifade edileniyle yüz yüze gelince, tüm bunlar olup biterken
hediyeler kapısından kaçırdıklarını düşünen ve canı sıkılan kral, sağ elini
kaldırmış ve sessiz olmalarını buyurmuş, sonra da demiş ki, Sana bir tekne
vereceğim, ama kendi tayfanı kendin bulman gerekiyor, bütün denizcilerim bilinen
adalar için lazım bana. Adamın sözleri kalabalığın sevinç çığlıklarına karışıp
duyulmaz olmuş, dudak hareketleri göz önünde bulundurulursa, Teşekkür ederim,
majesteleri, demiş olabileceği gibi, Ben hallederim, kolay gerisi, demiş de
olabilirmiş, fakat bundan sonra kralın ne söylediğini herkes duymuş rahatlıkla,
Aşağıdaki limana git, liman müdürüyle konuşmak istediğini söyle, ona seni benim
gönderdiğimi söylersin, sana bir tekne vermesini istediğimi de söyle, al şu
kâğıtları da yanında götür. Bir tekne verilecek olan adam, ona uzatılan belgeyi
incelemeye başlamış, kralın adının altında, Kral sözcüğü yazılıymış, kralın,
hizmetçi kadının omzunda karaladığı sözcüklerse şunlarmış, Bu şahsa bir tekne
verin, çok büyük bir tekne olması gerekmiyor, fakat güvenli, denize açılabilecek
bir tekne olsun, eğer işler ters giderse, sorumlusu ben olmak istemem. Adam,
herhalde bu kez teşekkür etmek için, başını kaldırdığında, kral çoktan kaybolup
gitmiş, sadece temizlikçi kadın varmış şimdi orada, zavallıcık düşünceli
düşünceli bakmaktaymış adama. Adam kapının önünden çekilmiş, işte bu, diğer
adayların harekete geçmesi için iyi bir fırsat, onca insanın hep birlikte,
kapıya ilk varan olmak için harekete geçmesiyle baş gösteren şamatayı anlatmanın
anlamı yok burada, fakat gel gör ki, kapı bir kez daha kapanmış suratlarına.
Bronz tokmakla kapıyı dövüp durmuşlar temizlikçi kadını çağırmak için, fakat
temizlikçi kadın da artık orada değilmiş, kovasıyla süpürgesini kaptığı gibi
arkasını dönmüş ve çekip gitmiş diğer bir kapıdan, şu malum kararlar kapısından,
pek nadir olurmuş o kapının kullanıldığı ve kullanıldığında, verilen kararın
artık geri dönüşü yokmuş. İşte şimdi anlaşılıyor temizlikçi kadının neden öyle
düşünceli düşünceli baktığı, öyle ya, nihayet, istediği tekneyi almak için,
limana doğru yola koyulan adamın peşinden gitmeye, tam o an karar vermiş. Canına
tak etmiş artık sarayları temizleyip paspaslamak, iş değiştirmenin zamanının
geldiğine karar vermiş temizlikçi kadın, asıl görevinin tekneleri temizleyip
paspaslamak olduğuna karar vermiş, en azından denizde, suyu hiç eksik
olmayacakmış. Henüz mürettebatı toplamaya başlamamış olan adam, güverteyi
yıkayıp süpürecek ve benzer temizlik işlerini yapacak kişinin, şimdiden peşinden
gelmekte olduğundan haberdar değilmiş, işte kader hep böyle muamele eder
bizlere, hemen arkamızdadır, iyice sokulmuştur, hatta biz kendi kendimize
söylenirken, Her şey bitti, hepsi bu kadar, ama kimin umurunda, elini uzatmıştır
omuzumuza dokunmak için.
Yürümüş de yürümüş, uzunca bir yol katettikten
sonra, sonunda varmış limana, havuza inmiş ve sonra da liman müdürünü sormuş,
liman müdürünü beklerken bir taraftan da demir atmış teknelerden hangisini
alabileceğini düşünmeye başlamış, büyük bir tekne olmayacağını biliyormuş,
kralın ona verdiği belge bu konuda gayet acıkmış, islimle işleyen tekneler,
şilepler ve savaş gemileri kesinlikle dışarıda bırakılmış, fakat şiddetli
rüzgârlara ya da denizin nazına edasına katlanamayacak kadar küçük bir tekne de
olmamalıymış, kral bu konuda da gayet açıkmış, Güvenli, denize açılabilecek bir
tekne olsun, işte kralın dediği buymuş tamı tamına, sandallar, dubalar ve
kayıklar, her ne kadar her biri, kullanıldığı yere göre, tam anlamıyla güvenli
ve denize çıkabilir olsa da, sonuçta okyanusları aşmak için yapılmamış, fakat
her nasılsa, insan bilinmeyen adaları okyanuslardan başka yerde bulmazmış. Az
ötede, yol kenarındaki fıçıların arkasında saklanan temizlikçi kadın demir atmış
teknelere göz gezdirmekteymiş, Bence şu olmalı, diye geçirmiş içinden, fikri
sorulduğundan değil tabii ki, daha işe bile alınmamış bildiğimiz gibi, ama önce,
kulak verelim bakalım liman müdürü ne diyecek. Liman müdürü gelmiş, kağıtları
okumuş, şöyle tepeden tırnağa bir güzel süzmüş adamı, sonra da kralın ihmal
ettiği soruyu soruvermiş, Yelken açmayı bilir misin sen, kaptan ehliyetin var mı
bakalım, ve adam da şöyle cevaplamış, Denizde öğrenirim yapmam gerekeni. Liman
müdürü demiş ki, Tavsiye etmem böylesini, ben kendim de bir kaptanım ama ben
bile kesinlikle eski bir tekneyle denize açılıp da tehlikeye atmazdım kendimi,
Öyleyse binip açılabileceğim bir tekne ver bana, hayır, o olmaz, öyle bir şey
istemem, yüzüne bakılacak bir şey ver bana, bana yakışsın, ben de ona yakışayım,
Bir denizci gibi konuşuyorsun, ama sen bir denizci değilsin, Bir denizci gibi
konuşuyorsam, demek ki bir denizciyim. Liman müdürü bir kez daha okumuş kralın
gönderdiği kâğıtları ve ardından sormuş, Söyle bakalım neden istiyorsun şu
tekneyi, Bilinmeyen adayı aramaya çıkmak için, Bilinmeyen ada kalmadı artık,
Kral da bana böyle söyledi, Adalarla ilgili ne biliyorsa benden öğrenmiştir,
Senin gibi bir deniz adamının, bilinmeyen ada kalmadı, demesi çok tuhaf geliyor
bana, ben bir kara adamıyım ama yine de bilinen adaların bile, ayak basılmadığı
sürece, bilinmez olduğunu söyleyebiliyorum, Ama, eğer doğru anladıysam, bugüne
kadar kimsenin ayak basmadığı bir ada aramaya gidiyorsun sen, Evet, hangisi
olduğunu varınca bileceğim artık, Tabii eğer oraya varabilirsen, Şey, tekneler
hep kazaya uğrar denizde, eğer benim de başıma bir felaket gelirse, liman
kayıtlarına şu ve şu noktaya ulaştı diye yazmanı isterim, Dediğin her zaman bir
yerlere vardığın mı, Eğer bunu bilmiyorsan sen sen olamazsın. Liman müdürü demiş
ki, Sana ihtiyaç duyduğun tekneyi vereceğim, Hangisini vereceksin, Çok bahar
görmüş bir tekne, herkesin bilinmeyen ada aramaya çıktığı zamanlardan kalma,
Hangisiymiş o göster bakalım, Aslına bakılırsa birkaç tanesini bulmuş bile
olabilir, Hani nerede, İşte orada. Temizlikçi kadın liman müdürünün nereyi
işaret ettiğini görür görmez, feryat figan, fırlamış çıkmış fıçıların
arkasından, O benim teknem, o benim teknem, gelin bu alışılmadık ve doğrusu, hiç
de adilane olmayan hak iddiasını, mazur görelim, liman müdürünün işaret ettiği
tekne, tam da onun gönlünden geçenmiş. Bir karavelaya benziyor, demiş adam, Az
çok bu da bir karavela, diye onaylamış liman müdürü, bir karavela olarak indi
denize, birkaç kez tamir gördü, parçaları yenilendi, şimdi şekli şemali biraz
değişti tabii, Ama o hâlâ bir karavela, Evet, şimdi de aslından pek farkı yokmuş
doğrusu, Direkleriyle yelkenleri hazır, Bilinmeyen adaları aramaya çıktığında
onlara ihtiyacın olacak. Temizlikçi kadın kendini tutamamış artık, Benim fikrimi
soracak olursanız, bu tam bana göre bir tekne, Peki sen kimsin, diye sormuş
adam, Beni hatırlamıyor musun, Hayır, hatırlamıyorum, Ben temizlikçi kadınım,
Nereyi temizlersin sen, Kralın sarayını, Dilekler kapısını açan kadınsın sen, Ta
kendisi, Peki neden geri dönüp kralın sarayını temizlemiyorsun, kapıları
açmıyorsun, Çünkü asıl açmak istediğim kapılar çoktan açıldı, hem bundan sonra
ben, sadece tekneleri temizleyeceğim, Yani benimle birlikte bilinmeyen adayı
aramak istiyorsun, öyle mi, Sarayı kararlar kapısından çıkıp terk ettim, Madem
öyle, git bir göz at bakalım bizim karavelaya, bunca zaman orada beklediğine
göre, adamakıllı bir temizliğe ihtiyacı olmalı, ama martılara dikkat et, onlara
güven olmaz, Benimle gelip teknenin içinin nasıl olduğunu görmek istemez misin,
Onun senin teknen olduğunu söylemiştin, Affet beni, inan sırf sevdiğimden
söyledim, başka bir niyetim yoktu, Sevmek sahiplenmenin en güzel biçimidir
herhalde, sahiplenmek ise, sevmenin en kötü biçimi. Liman müdürü bölmüş
sohbetlerini, Anahtarları teknenin sahibine teslim etmem gerekiyor, söyleyin bu
teknenin sahibi hanginiz, benim için fark etmez, kime olsa veririm, Teknenin
anahtarı olur muymuş, diye sormuş adam, İçeri girmek için değil tabii, birkaç
çekmece var, ambar var, kaptan köşkünde gözlerle seyir defteri var, Her şey şu
kadına emanet, ben bir tayfa bulacağım, demiş adam ve yürüyüp
gitmiş.
Temizlikçi kadın anahtarları teslim almak için liman müdürünün
makam odasına gitmiş, sonra da tekneye çıkmış, iki şey çok işine yaramış
teknede, saray süpürgesi ve martılarla ilgili nasihat, teknenin bir yanını
rıhtımla birleştiren borda iskelesini yarıladığında, mahluklar gagalarını açıp,
çılgınca feryatlarla, hücum etmişler üstüne, sanki oracıkta yutmak isterlermiş
kadıncağızı. Kiminle uğraştıklarını bilmiyorlarmış. Temizlikçi kadın kovayı yere
bırakmış, anahtarları göğsüne sıkıştırmış bir güzel, borda iskelesinin üstünde
dengesini bulduktan sonra, süpürgesini havaya kaldırmış, sanki elindeki
eskilerin o devasa kılıçlarından biriymiş gibi, süpürgeyi bir o yana bir bu yana
sallamaya başlamış, haydutların hepsinin tozunu attırmış. Ancak tekneye
çıktıktan sonra anlayabilmiş martıların öfkesini, çünkü her bir yanda yuvalar
varmış, birçoğu hoşmuş bu yuvaların, terk edilmişler, bazılarının içinde hâlâ
yumurta varmış, pek azının içindeyse, ağızları açık, yemek bekleyen yavrular,
İyi hoş da, sanırım bu tekneyi terk etmeniz gerekecek, bilinmeyen adayı bulmak
için sefere çıkan gemi, kümes gibi koyulamaz yola, demiş kadın. Boş yuvaları
suya atmış, diğerlerini şimdilik olduğu yerde bırakmaya karar vermiş. Ardından
kolları sıvamış ve güverteyi paspaslamaya koyulmuş. Güçbela bitirmiş başladığı
işi, sonra gidip yelkenleri sermiş önüne, onca zaman denizden uzak kalmak,
kudretli rüzgârlarca şişirilmemek ne gibi bir etki yapmış yelkenlerin dikiş
yerlerine, ona bakmış. Yelken teknenin adaleleridir, bunu bilmek için rüzgârda
nasıl da şişip gerildiklerini görmek gerekir, fakat, tüm diğer adaleler gibi,
düzenli olarak kullanılmazlarsa, onlar da güçten düşer, zayıflar ve gevşer.
Dikiş yerleri de yelkene kiriş gibi, diye geçirmiş içinden temizlikçi kadın, bu
zanaatı ne kadar çabuk öğrendiğini düşündükçe zevkten dört köşe oluyormuş
kadıncağız. Dikiş yerlerinin nerelerde hasar gördüğünü teşhis etmiş ve şimdilik,
özenle işaretlemiş oraları, çünkü daha dün, sarayda, uşakların çoraplarını
yamamakta kullandığı iğne iplik, doğal olarak, böyle bir işe gelmezmiş. Diğer
gözlerin boş olduğunu fark etmiş hemencecik. Barut gözünde hiç barut kalmaması,
sadece, ta dipte, temizlikçi kadının ilk bakışta fare boku sandığı bir miktar
kara toz olması hiç mi hiç kaygılandırmamış onu, çünkü gerçekten de, bilinmeyen
bir ada aramaya çıkarken, savaşa gider gibi hazırlık yapmak gerekir diye bir
yasa yokmuş, en azından bizim temizlikçi kadın bugüne kadar böyle bir yasa
duymamış, bilmiyormuş. Asıl canını sıkan teknede bir lokma yiyecek olmamasıymış,
yine de kendisi için üzülmüyormuş, çünkü sarayda, iyi öğrenmiş kırıntılarla
idare etmeyi, asıl tekneyi teslim alan o adam için üzülüyormuş, pek yakında
güneş batacakmış ve adam geri dönecekmiş karnı guruldaya guruldaya, tıpkı eve
dönen her erkek gibi, sanki onlardan başka kimsenin midesi yok, sanki onlardan
başka kimse ihtiyaç duymaz karnını doyurmaya, Ya mürettebatı hazır ettim deyip
denizcilerle birlikte gelirse, kolay mı denizciyi doyurmak, ya getirirse
tayfaları da yanında, diye yana yakına söylenmeye başlamış temizlikçi kadın, O
zaman nasıl ederim bilmem.
Boşuna kaygılanıp yemiş kendi kendini. Tekneyi
teslim alan adam rıhtımın öbür yanında göründüğünde, güneş okyanusun ötesinde
daha yeni batmış. Elinde bir şeylerle geliyormuş, fakat tek başınaymış ve hayal
kırıklığına uğramış gibi görünüyormuş. Temizlikçi kadın borda iskelesine, adamı
beklemeye çıkmış, tam ağzım açmış, adama gününün nasıl geçtiğini soracakmış ki,
adam kendisi konuşmaya başlamış, Merak etme, ikimize de yetecek kadar yiyecek
getirdim, Peki ya denizciler, diye sormuş kadın, Kimse gelmedi benimle gördüğün
gibi, Peki geleceğim diyen de mi çıkmadı, diye sormuş kadın, Başka bilinmeyen
ada kalmadığını ve varsa bile, sanki hâlâ denizlerin karanlık olduğu günleri
yaşıyormuşuz gibi, imkânsızın izinden gitmeye, gönüllerinin elvermeyeceğini,
okyanusta bir macera yaşamak için, evlerinin rahatını ve yolcu gemilerindeki
güzel hayatı terk etmeyeceklerini söylediler, Peki sen onlara ne söyledin,
Denizin her zaman karanlık olduğunu, Onlara bilinmeyen adadan hiç bahsetmedin
mi, Nerede olduğunu bile bilmedikten sonra, nasıl anlatırım onlara bilinmeyen
adayı, Ama bilinmeyen bir ada olduğundan hiç kuşkun yok, Tıpkı denizin suyunun
karanlık olduğundan kuşkum olmadığı gibi, Gök hâlâ aydınlık ve su zümrüt yeşili,
şimdi buradan baktığımda, deniz hiç de karanlık gibi görünmüyor gözüme, Seninki
göz aldanması, bazen adalar suda yüzermiş gibi görünür insanın gözüne, ama
aslında yüzdükleri falan yoktur, Eğer mürettebat olmazsa, nasıl altından
kalkacaksın bu işin, Henüz bilmiyorum, Burada yaşayabiliriz, limana gelen
tekneleri temizler bir iş uydururum kendime ve sen, Ve ben, Senin elinden de bir
iş gelir, bir zanaat, bir meslek vardır bildiğin, Bir iş gelir elimden, gelirdi,
eğer gerekirse yine gelir, ama benim istediğim bilinmeyen adayı bulmak, orada, o
adada kim olduğumu bulmak istiyorum, Bilmiyor musun kim olduğunu, Eğer kendinden
çıkamazsan, asla bilemezsin kim olduğunu, Kralın âlimi, yapacak başka bir şeyi
olmadığında, gelir yanı başıma oturur, beni seyrederdi uşakların çoraplarını
yamarken, bazen de kendi kendine konuşmaya, ahkâm kesmeye başlardı, her adam bir
ada derdi, ama bu sözlerin, bir kadın olarak benimle bir alakası olmadığından,
hiç kulak vermedim sözlerine, sen ne diyorsun, Adayı görmek için adayı terk
etmen gerekir diyorum, kendimizden kurtulamadığımız sürece kendimizi göremeyiz
diyorum, Kendimizden kaçmadığımız sürece, demek istiyorsun, Hayır, bu aynı şey
değil. Hava iyice kararmaya başlamış, suyun rengi yeşilden mora dönmüş aniden,
şimdi temizlikçi kadının bile şüphesi olamazmış denizlerin karanlık olduğundan,
en azından günün belli saatlerinde. Ahkâm kesmeyi kralın âlimlerine bırakalım,
ne de olsa ahkâm keserek doyuruyor karnını, yemeğimizi yiyelim, fakat kadın aynı
fikirde değilmiş, Önce tekneni gezmen gerekiyor, içine bir bak, dışarıdan
gördün, içini görmedin daha, Söyle ne durumda tekne, Yelkenlerin dikiş yerlerini
sağlamlaştırmak gerekiyor, Sintineye indin mi, tekne çok su alıyor mu, Dibinde
birazcık su var, tekne sallandıkça o da sallanıyor, ama bana kalırsa bu çok
normal, Sen nereden öğrendin, Öğrendim işte, İyi ama nasıl, Liman müdürüne
yelken açma konusunda söylediğin gibi, ben de bilmem gerekeni denizde öğrendim,
Biz daha denize çıkmadık, Yine de suyun üstündeyiz, Ben yelken açma konusunda
iki gerçek öğretmen olduğuna inanıyordum, biri deniz diğeri de tekneydi, Ve bir
de gök, göğü unutuyorsun, Evet, tabii, gök, Rüzgârlar, Bulutlar, Gök, Evet
gök.
Çeyrek saatten az sürmüş gemiyi bir uçtan diğer uca gezmeleri, bir
karavela, ne kadar değişmiş olursa olsun, uzun yürüyüşler için müsait değildir.
Pek şirinmiş, demiş adam, ama şu mürettebat işini halledemezsem, kralın yanına
geri dönüp artık onu istemediğimi söylemek zorunda kalacağım, Bak sana doğrusunu
söyleyeyim, bu karşına çıkan ilk güçlük ve sen hemen pes ediyorsun, İlk güçlük
üç gün boyunca kralı beklemekti ve ben pes etmedim, Eğer bizimle gelecek denizci
bulamazsak, kendi başımızın çaresine bakmamız gerekir, Delisin sen, iki kişi bir
başına yelken açamaz böyle bir tekneyle, neden, ben her zaman dümende olmalıyım
ve sen, şey, nereden başlayacağımı bilemiyorum, delilik bu, Bakarız bir
çaresine, şimdi gidip yemeğimizi yiyelim. Kıç güvertesine çıkmışlar, adam hâlâ
dert yanıyormuş kadının deliliğinden ve sonra temizlikçi kadın adamın getirdiği
paketi açmış, bir somun ekmek, keçi sütünden yapılmış bir parça peynir, zeytin
ve bir şişe şarap. Ay şimdi denizin üzerinde, bir karış ötelerindeymiş,
serenlerin gölgesi düşmüş ve mayistra gelmiş ayaklarının dibine kıvrılmış.
Karavelamız gerçekten de pek güzelmiş, demiş kadın, sonra düzeltmiş, Senin
karavelan demek istedim, Bana öyle geliyor ki daha uzunca bir süre benim
olmayacak, Yelken açsan da açmasan da, o senin teknen, kral onu sana verdi,
Evet, ama ben tekneyi bilinmeyen adayı aramaya çıkmak için istemiştim ondan,
Ama, bir kere böyle şeyler aceleye gelmez ki, her şeyin bir zamanı var, benim
dedem hep derdi ki, denize açılmak isteyen önce karada karavanasını hazırlamalı,
hem o bir denizci bile değildi, Mürettebat olmadan denize açılmamızın imkânı
yok, Sen öyle diyorsan, Dahası, böyle bir seyahat için, bin bir türlü erzak
temin etmek zorundayız, kim bilir nelere ihtiyacımız olacak, bilmiyoruz ki
nerelere götürür bizi bu deniz, Tabii ya, bundan sonra da doğru mevsimi
beklemeye koyulacağız, denk getirip cezir zamanı demir alacağız, insanlar bize
şans dilemek için rıhtımda toplanacak, Sen benimle alay ediyorsun, Yok, öyle
değil, beni sarayın kararlar kapısından çıkmaya mecbur bırakan bir adamla alay
etmem ben, Bağışla beni, Ve ne olursa olsun artık geri girmem o kapıdan içeri.
Ay ışığı doğrudan temizlikçi kadının yüzüne vuruyormuş, Pek güzel, pek güzel,
diye geçirmiş içinden adam, ama bu kez kastettiği karavela değilmiş. Kadın
hiçbir şey düşünmemiş, adam hâlâ kapının önünde bekliyor mu, yoksa çoktan tutmuş
mu evinin yolunu diye meraklanıp, ikide bir de kapıyı araladığı o üç gün
süresince, düşünmesi gereken her şeyi bir güzel düşünmüş olmalı. Bir lokma ekmek
ya da peynir, bir yudum şarap kalmamış geriye, zeytin çekirdeklerini denize
atmışlar, güverte, temizlikçi kadın son bir paspas attıktan sonra ne kadar
temizse, yine o kadar temizmiş şimdi. Bir istimbotun sireni basmış feryadı,
sanki bir homurtuymuş bu ancak deniz canavarlarının becerebileceği, kadın demiş
ki, Sıra bize gelince biz bu kadar şamata yapmayız öyle değil mi. Gerçi hâlâ
limandalarmış ama, istimbot geçerken dalga gelmiş, okşayıp gitmiş tekneyi, adam
demiş ki, Ama bizim dalgalarımız çok daha büyük olur tabii ki. İkisi birden
gülmüş bunun üzerine, sonra susmuşlar, bir süre sonra aralarından biri belki
artık yatsak iyi olur demiş, Çok uykum geldiğinden değil, öbürü de aynı
fikirdeymiş, Yok yok, benim de uykum gelmedi, sonra yine susmuşlar, ay yükselmiş
de yükselmiş, yükselmiş de yükselmiş, bir an gelmiş kadın demiş ki, Aşağıda
ranzalar var, ve adam da demiş ki, Evet, işte o an güverteden aşağıya inmişler,
aşağıda ise, Yarın görüşürüz, ben bu tarafa gidiyorum, demiş kadın ve adam cevap
vermiş, Ben de şu tarafa gidiyorum, yarın görüşürüz, iskele ya da sancak tarafı
dememişler, kim bilir, bu zanaata ikisi de yabancıydı, belki de ondan. Kadın
geri dönmüş, Ah, unutmuşum, önlüğünün cebinden iki mum çıkarmış, Etrafı
temizlerken buldum bunları, ama hiç kibritim yok, Benim var, demiş adam. Kadın
mumları tutmuş, iki elinde iki mum, adamsa kibriti yakmış, avcunun içine alıp
korumuş kibritin alevini, aynısını eski fitillere de yapmış ardından, alev almış
fitiller, mum ışığı ayınki gibi usul usul büyümüş, temizlikçi kadının yüzünü
nura boğmuş, adamın içinden geçeni söylemeye gerek var mı şimdi, Pek de
güzelmiş, ama kadının düşündüğü şuymuş, Onun gözleri bilinmeyen adadan başka bir
şey görmek istemiyor, işte insanın insanı yanlış anlamasına, insanın insana
bakışını ters yorumlamasına tipik bir örnek, hele yeni tanışmış olanlar için,
çok doğal bir şeydir bu. Kadın adama mumu uzatmış, demiş ki, Yarın görüşürüz,
sonra da, iyi uykular, adam da aynı şeyi söylemek istemiş, birazcık değiştirmiş
yine de, söylemek istediği, Tatlı rüyalar, diye çıkmış ağzından, biraz sonra,
gideceği yere vardığında, ranzasında yatarken başka sözler gelmiş aklına, daha
zekice, daha büyüleyici sözler, cümleler de gelmiş aklına, bir adamın, kendini
bir kadınla yalnız bulduğu zamanlarda aklına getirdiği türden cümleler. Uykuya
dalıp dalmadığını merak etmiş kadının, uyumasını zaman aldığındaysa, onu
aradığını ama bir türlü bulamadığını hayal etmiş, ikisinin koca bir gemide
kaybolduğunu düşlemiş, uyku yaman bir sihirbazdır, şeylerin dengesini altüst
eder, uzaklık yakınlık diye bir şey kalmaz artık, yan yana yatan insanları
birbirinden ayırır, sonra onları bir araya getirir birbirlerini görseler de
görmeseler de, kadın sadece birkaç adım ötesinde uyumaktaymış, yine de bir türlü
ona ulaşamamış, halbuki ne kadar kolaydır iskeleden sancak tarafına
gitmek.
Kadına tatlı rüyalar dilemişti, fakat tüm geceyi rüyalarla
geçiren yine kendisi. Karavelasının açık denizlerde olduğunu düşlemiş, hem de
anlı şanlı üç şişkin latin yelkeniyle, dalgalar arasından yol açıyormuş kendine,
mürettebat gölgede otururken o dümenin başında idare ediyormuş teknesini. O
tayfaların orada ne halt ettiğine akıl sır erdirememiş, bilinmeyen adayı aramak
için onunla denize açılmayı reddeden adamlarla aynı adamlarmış oradakiler,
onunla alay ettikleri için, ona öyle muamele ettikleri için pişmanlık duymuş
olmalılar. Güvertede gezinen hayvanlar da çarpmış gözüne, ördekler, tavşanlar,
tavuklar, akla gelen tüm kümes hayvanları, kimi yerdeki buğday tanelerini
gagalamaktaymış, kimi de denizcilerden birinin attığı lahanayı kemirmekteymiş,
onları gemiye aldığını hatırlamıyormuş, ama her nasılsa, orada olmaları ona çok
doğal geliyormuş, öyle ya, nice olurmuş hali eğer bilinmeyen ada kurak bir yer
çıkarsa, geçmişte sıkça tekrarlanmamış mı bu hadise, en iyisi tedbirli olmak
diye düşünmüş, ne de olsa, hepimiz biliriz, kafesin kapısını açmak ve tutup
kulaklarından, çıkarıvermek tavşanı dışarı, dağda bayırda peşinde koşturmaktan
çok daha kolaydır. Ambarın derinliklerinden kişneyen atlar, böğüren öküzler,
anıran eşekler korosunun çıkardığı sesleri duyuyormuş, bu soylu hayvanların
seslerinin hayati bir önemi varmış kaptanımızın üstlendiği ağır işte, peki nasıl
girmişler oralara, mürettebatın güçbela sığıştığı bir karavelaya, nasıl olmuş da
sığabilmiş bu kadar mahluk, derken rüzgâr birden yön değiştirmiş, mayistra
sarkmış ve hafif hafif dalgalanmaya başlamış, dahası arkasında daha önce fark
edemediği bir şey olduğunu anlamış, bir kadınlar topluluğu ki hiç saymamış ama,
sayılarının denizcilerin sayısıyla aynı olduğunu bal gibi biliyormuş, hepsi de
kadın işleriyle uğraşıyormuş, başka işlerle uğraşma zamanı gelmemiş daha onlar
için, bunun bir rüya olduğu açık seçik ortada şimdi, gerçek hayatta böyle
seyahat eder mi hiç insan. Tekneyi idare eden adamın gözleri temizlikçi kadını
aramış, ama bir türlü görememiş onu, Herhalde sancak tarafındaki ranzada,
güverteyi paspaslamış yorulmuş, şimdi de dinleniyor olmalı, diye geçirmiş
içinden, kendi kendini kandırıyormuş, çünkü nasıl bildiğini bilmese de, bal gibi
biliyormuş işte, temizlikçi kadının son anda gelmekten vazgeçtiğini, rıhtıma
atlayıp bağırmaya başladığını, Güle güle, güle güle, senin gözün bilinmeyen
adadan başkasını görmez olmuş, bırakıyorum seni, fakat bu doğru değilmiş, şu an
gözleri onu aramaktaymış ama bir türlü göremiyormuş kadını. İşte tam o an, göğü
bulutlar sarmış ve yağmur başlamış, yağmur da yağdı ya artık, küpeşteye dizili
içi toprak dolu çuvallardan bin bir türlü ot bitivermiş, çuvalların orada
olmasının sebebi bilinmeyen adada yeteri kadar toprak bulamama korkusu değilmiş,
bu yolla zaman kazanılır diye düşünmüş, adaya varır varmaz tüm yapmamız gereken
meyve ağaçlarını dikmek, şimdi oldukları yerde büyüyen buğday tohumlarını alıp
toprağa yerleştirmek ve dört bir yanı çiçek açacak şu goncalarla süslemek
olacakmış. Tekneyi idare eden adam güvertedeki tayfalara iskân edilmemiş bir ada
görüp görmediklerini soruyor işte, onlar da diyor ki yola çıktıklarından beri
hiç ada görmemişler, iskân edilmiş ya da edilmemiş, hiç ada yokmuş, ama karayı
ve evleri gördükleri anda demir atmak istiyorlarmış, geminin demir atabileceği
bir liman, bir de gülüp eğlenebilecekleri bir meyhane olsun yetermiş, burada
sıkış tepiş olmuyormuş bu iş, böyle bir kalabalıkta eğlenmek mümkün değilmiş.
İyi ama bilinmeyen adaya ne olacak, diye sormuş dümendeki adam, Bilinmeyen ada
yok, sadece senin kafanda bir düşünce olarak var o, kralın haritacıları tüm
haritaları gözden geçirdiler ve bilinmeyen ada kalmayalı uzun yıllar olduğunu
duyurdular, Öyleyse, benimle denize açılmak yerine şehirde kalmalıydınız, Biz
yaşayacak daha güzel bir yer arıyorduk ve senin seyahatini fırsat bildik, Siz
denizci değilsiniz, Hiç olmadık ki, Tek başıma idare edemem ben bu gemiyi, Bunu
kraldan bir tekne istemeden önce düşünmen gerekiyordu, deniz sana nasıl yelken
açacağını öğretmez. Sonra dümendeki adam uzaktan karayı görmüş, geçip gitmeyi
düşünmüş, serap görür gibi yapmaya karar vermiş, güya başka bir kara parçasının
hayaliymiş gördüğü, ta dünyanın öbür ucundan kalkıp gelen bir hayal, ama hiç de
tavşanları ve tavukları da yanlarında götürmüşler, öküzleri, eşekleri ve atları
da, martılar bile, birbiri ardına uçup gitmiş, tekneyi terk etmiş, yuvalarını
taşıyorlarmış gagalarıyla, böylesi daha önce hiç görülmemiş, ama her şeyin bir
ilki vardır. Tekneyi idare eden adam bu göçü sessiz sedasız seyretmiş, onu terk
edenlere hiçbir şey yapmamış, en azından ağaçları bırakmışlar ona, tohumları ve
çiçekleri de, direkleri saran ve teknenin iki yanından salınan sarmaşıkları da.
Tekneyi terk ederken yarattıkları kargaşa yüzünden, toprak dolu çuvallar
yırtılmış ve toprak ortalığa saçılmış, yani tüm güverte tarla olmuş, sürülmüş ve
ekilmiş, azıcık da yağmur yağsa pek iyi ürün verecekmiş. Bilinmeyen adaya
seyahat başladığından beri, dümendeki adamın bir kez bile yemek yediğini
görmedik, herhalde bunun sebebi sadece bir rüya görüyor olması, sadece bir rüya,
hele bir de rüyasında, bir parça ekmek ya da bir elma görseydi, tam bir kâşif
olurdu, ama hepsi o kadar. Ağaçların kökleri geminin gövdesiyle birleşiyor
şimdi, şu yelkenlerin gereksiz olacağı günler o kadar uzak değil, rüzgârın tüm
yapması gereken ağaçların tepesinde esmek olacak ve karavela hedefine varmak
için yeniden yola koyulacak. Dalgaları yararak, usul usul yol alan bir orman
şimdi o, bir orman ki, kimse bilmese de, kuşları cıvıl cıvıl ötmekte, bir
yerlere saklanmış olmalılar, herhalde artık ışığa çıkmaya karar verdiler,
tohumlar büyüyor ve şimdi hasat zamanı, kim bilir, belki de ondandır. Sonra adam
dümeni kilitlemiş ve elinde bir orakla aşağıya, tarlaya inmiş, ilk başakları
biçtiğinde, kendi gölgesinin yanında bir gölge daha olduğunu fark etmiş, kadının
kollarının onu sardığını hissetmiş, bedenlerinin ve yataklarının bir olduğunu,
artık kimse bilemezmiş buranın iskele mi sancak tarafı mı olduğunu. Sonra, güneş
doğar doğmaz, adamla kadın karavelanın iki yanına beyaz harflerle bir isim
yazmaya gitmişler, henüz bir ismi yokmuş çünkü. Öğlene doğru, cezirle,
Bilinmeyen Ada nihayet yelken açmış kendini aramaya.
Jose Saramago
Çeviren: E. Efe Çakmak