Bunca romanı olan Murakami’nin neresinden başlamak gerekir
diye, bir gün bir arkadaşıma sormuştum (sanırım geçen yıl ya da bir önceki),
“düşünmem gerek” diye cevaplamıştı; hala düşünüyor :)
Eğer bir yazarı gözüme kestirmişsem, nereden başlamak
gerektiğini bir bilenden öğrenmeye çalışırım. Eğer bir yanıt bulamazsam da,
otobiyografik bir şeyler yazıp yazmadığına bakarım; önce yazarı tanımak
isterim. Yazarların kişilikleriyle eserlerini birbirinden ayrı tutabilme
meziyetine sahip değilim. Yazarın kendisini sevmediysem, eserini de
sevemiyorum. Tabii ki kişiliği hakkında bilgi sahibi olmadığım ya da kendini
açık etmeyen yazarların kitaplarını okuduğum kadar, tüm kitaplarını okuyup
yıllarca yere göğe koyamazken otobiyografisini okuduktan sonra kitaplarına (bir-ikisi
dışında) elimin gitmediği yazarlar da tanıdım (örneğin Marquez).
Murakami’ye nereden başlayayım diye düşünmeyi bile
bırakmışken, bir kitap tanıtım dergisinde Türkçedeki son kitabı Koşmasaydım
Yazamazdım hakkında güzel bir yazı okudum. Gittim aldım; beklentimi de aştı
okuyunca. Sık sık elimden bırakıp belirsiz bir noktaya gözlerimi dikerek bir
süre durup, söylenen söz üzerine düşünmemi gerektiren, bana beni, gündelik
rutinimi düşündüren, yazmak üzerine düşündüren, özdisiplin üzerine, akıp giden
ömür üzerine, spor üzerine, tutku üzerine ve daha birçok şey üzerine düşündüren
bir kitaptı okuduğum. Deneme olarak adlandırılmış, Murakami’nin deyişiyle bir
hatırat olarak okumanın mahzuru olmadığı, kişisel bir metin. Hayatındaki en
önemli şeyler olan koşmak ve yazmak üzerine deneyimlerini paylaşmış, bu
eylemler üzerine kafa yormuş, kendine sorular sormuş ve yanıtlamaya çalışmıştı.
Kitabın benim için önemi, tadını elbette çıkardığım edebi değerinin yanı sıra,
altmışına yaklaşmış bir ömrün nasıl tüketildiğinde de yatıyor: tüm bu yaşamın
anlamı, yaşamımızın bize özgü olmasını sağlayan şeylerin anlamı nedir?
Geçmişin bir muhasebesini yapmak ve kalan yılları nasıl
yaşamak gerektiğiyle ilgili seçimleri ve vazgeçişleri gözden geçirmek, bundan
sonraki kararları ona göre almak konusunda da çok işe yaradığından dolayı, işlevsel
açıdan da, bu kitap çok önemli.
Murakami, roman yazmayı düşünmeye başladığı tarih ve saati
çok net hatırlıyormuş: 1 Nisan 1978, öğlen 13:30 sıraları. O saatte nerede ne
yapıyor olduğunu, açık gökyüzünü, taze yeşil çimenlerin dokunuşunu ve vahiy
gibi inen fikrin verdiği hissi de. O yıl sonbahar geldiğinde yazar ilk
dosyasını, ilk romanını ortaya çıkarmış. O sırada kendi barını işletmekteymiş
ve işleri fena gitmiyormuş. Yazmaya başladıktan sonra 3 yıl boyuca, bir yandan
barda çalışırken, bir yandan da gece yarısı eve döndükten sonra mutfak
masasının başına geçip uykusu gelene kadar yazmış (o dönemde normal insanların
iki katı bir ömür yaşamış olduğunu söylüyor) ama zamanla, aralarda 30 dakika,
bir saat gibi bölük pörçük zamanlar yaratıp yazmanın yetmediğini, yeterince
derinleşemediğini fark etmiş. Üç yılda yazdığı iki roman, öyküler ve Scott
Fitzgerald çevirilerinden sonra, radikal bir karar vermesi gerekmiş: barı
kapatıp kendini tamamen yazmaya vermek. 1981 yılının sonbaharında, barı
devredip, romanına malzeme toplamak üzere bir hafta süreyle Hokkaido seyahatine
çıkmış. Ertesi yılın Nisan ayında, kendi deyişiyle önceki romanlarından daha
uzun, çerçevesi daha geniş ve öyküselliği güçlü bir eser ortaya koymayı
başarmış: Yaban Koyununun İzinde. Belki de başka bir şansı olmayacağını
düşünerek. Okurların coşkuyla karşıladığı roman, yazar için asıl başlangıç
noktasını işaret ediyor.
Bundan sonra, yani hayatını yazar olarak kazanabileceği
belli olduktan sonra, sağlığına bir çeki düzen verme gereği duymuş:
“…yüzleştiğim ilk ciddi sorun, bünyemi ayakta tutabilmekti.
Zaten kendi haline bırakınca hemen şişmanlamaya yatkın bir bünyem vardı. … Sabahtan
akşama kadar masa başında yazmakla geçen bir yaşantıya başlayınca bir yandan
vücudumun gücü gitgide azaldı, öte yandan da kilo aldım. … O sıralarda günde üç
paket sigara içiyordum. Parmaklarım sararmış, her yanım sigara kokmaya başlamıştı.
… Hayatımı daha uzun yıllar roman yazarı olarak geçirmek istiyorsam, gücümü
sürekli ayakta tutarak, vücut ağırlığımı da normal dengede koruma yöntemini
bulmak durumundaydım.”
Böylece her gün koşmaya başlamış. Profesyonel yazarlığa
başlamasıyla, hayatına tam bir disiplin hâkim olmuş. Barı devretmiş, farklı bir
şehre taşınmış ve hayatını, erken kalkıp erken yatmak ve her gün düzenli olarak
koşmak ve yazmak üzerine kurmuş. Yazmaya değil ama koşmaya ilk başladığında
zorlanmış, ama pes etmemiş: “… uzun mesafeler koşamıyordum. 20 dakika,
bilemediniz 30 dakika sanırım. Bu kadarla bile nefes nefese kalıyordum. Kalbim
yerinden çıkacak gibi çarpıyor, bacaklarım titremeye başlıyordu… utanmama yol
açıyordu. … fakat sürekli olarak koştukça, bedenim koşmayı en uç sınırlarında
kabul etmeye başlamış, bununla birlikte mesafe de yavaş yavaş artmıştı. Form
diyebileceğim bir şey oluşmuş, soluk alıp veriş ritmim dengeye oturmuş, nabzım
da sakinleşmişti. Hız ya da mesafe bir yana, olabildiğince ara vermeden
koşabilecek şekilde her gün koşmayı birinci hedef haline getirmiştim.”
Aslında bunu isterdim ama burada bütün kitabı alıntıla(ya)mayacağım.
Bunun yerine, yazarın belki de amaçlamadığı, ama her iyi kitapta bulunan ortak
özellikten dolayı, kitaptan pasajlarla, bunların bende ne uyandırdığını anlatacağım.
Hep bahsettiğim bir söyleşi vardır; çok sevdiğim yazar Eduardo Galeano’nun bir
yerinde kötü ve iyi edebiyatı tarif ettiği. Der ki, “benim için iyi olanı,
okunduğunda yaratıcılığı zincirlerinden boşaltan, imgelemi ve bilinci coşturan,
kısacası etkin bir edebiyattır. Okunduğunda, insanı yineleten, onu
beslemeksizin, zenginleştirmeksizin biraz olsun değiştirmeyen de ne denli iyi
yazılırsa yazılsın kötü edebiyattır.” Murakami’nin bu denemesi de bende işte bu
etkiyi yarattı: beni değiştirdi; bana beni, içimdeki özü, kendimle ilgili
beklentilerimi hatırlattı. Azmetmeyi unutmuş olduğumu hatırlattı.
17 yaşından bu yana çalışıyorum. Ama üniversite bitip de
ciddi olarak tam zamanlı çalışma hayatına başladığımda, arkeoloji ve
antropoloji benim için uğraş olarak gerçekleşmesi zor, uzak, güzel bir hayal,
bu konularda okumak, yazmak hobiydi. Hobim asıl uğraşım olduğunda ve ilk
hedefime ulaştıktan sonra, giderek çalışma azmim azaldı ve bugün o benim bile
pek beğendiğim ve takdir edildiğim azmimden geriye fazla bir şey kalmadı.
Murakami’nin kimseye örnek olmak gibi bir iddiası yok. Ancak
çalışma azmi ve disiplin üzerine inşa edilen bir ömrü, bu çok doğru ve verimli
yaşanmış kendi yaşama ve yaşlanma deneyimini öyle dingin ve mütevazı anlatıyor
ki, didaktizmden kendisi de nefret eden bu adamı örnek almak için can
atıyorsunuz.
Yirmi dakika koştuğunda bacakları titreyen bir yeni yetme
yazardan, maraton koşucusu bir ünlü yazar yaratan azmin öyküsünü, on yılda on
kilo almış, sporu unutmuş, çalışma azmini kaybetmiş bir beden ve zihinle yutar
gibi okudum, aklıma kazıdım, dahası harekete geçtim. İşte bana beni hatırlatan Koşmasaydım
Yazamazdım’dan pasajlar ve düşündürdükleri:
Murakami radikal bir karar alıyor
“...çevremdekilerin karşı çıkmasına aldırış etmeden barla
ilgili haklarımı olduğu gibi devrettim. Elbette bunu yapmak içimden gelmiyordu,
ama “roman yazarı” gibi bir etiketi taşıyarak yaşamak kararındaydım.
“Hele bir iki yıl boyunca beni serbest bırakın. Eğer başarılı olamazsam yine
bir yerlerde küçük bir bar açabilirim, değil mi? Henüz gencim ve her şeye
sıfırdan başlayabilirim” dedim karıma. “Olur” dedi o da. O sıralarda halen yüksek miktarda borcum
vardı, ama bir şekilde hallolur diye düşündüm. Bu, 1981 yılındaydı...”
Bu yazdıklarıyla çok özdeşlik kurdum çünkü 26 yaşındayken
benzer bir karar aldım. Üniversiteden sonra bir arkadaşımla birlikte kendi
catering işimizi kurmuştuk; ona gelene kadar da otellerde, catering işlerinde
çalışmıştık; Murakami’nin barı ile oldukça benzer bir iş. Bu işi bir süre
götürdükten sonra caydık, maaşlı işler bulduk. Neyse uzatmayayım, bu işler
rastlantıların getirdikleriydi, gelişine vurmalardı, gönülde yatan aslan
değildi. Ben de bir gün bastım istifayı; aynı Murakami gibi, gençliğime ve ufak
birikimime güvenerek, eşimin desteğiyle, sonunda tarihöncesi arkeolojisinde
uzmanlaşacağım bir yola düştüm.
Mecbursan çalışamazsın!
“...Benim ders çalışmaya ilgi duyar hale gelmem, bir
müfredata bağlı eğitim sisteminden bir şekilde sıyrıldıktan sonra, yani
toplumda ekmeğini kazanmaya çalışan bir kişi olduktan sonra oldu. İlgi duyduğum
alanlara ait meselelerin, kendime uygun bir hızla, kendi sevdiğim bir yöntemle
peşine düştüm. Bilgi ve tekniği daha etkin bir şekilde özümseyebildiğimi de
anladım. Örneğin çeviri tekniklerini de tamamen bu şekilde, deyim yerindeyse
kendimi paralayarak öğrendim, özümsedim. Bu yüzden elle tutulur bir tarza
ulaşmam hem zaman aldı hem de birçok deneme yanılmaya mal oldu, ama o ölçüde de
birçok şeyi öğrenip özümseyebildim.”
Aynı şekilde ben de, hayatımda en çok ders çalıştığım
dönemi, işimden ayrılıp yüksek lisansa hazırlandığım dönem olarak hatırlıyorum.
O süreçte bana verilen okuma listelerini tamamlamanın yanı sıra, bir de kendi
kendime İngilizce öğrenmem gerekmişti :)
Genç ve deha sahibi olmak, sırtında kanat taşımakla aynı
şeydir
“…Elbette insani olarak olgunlaşmayla birlikte doğal yetenekteki
eksilmenin gizlenmesi mümkündür. Hızlı atıcıların belli bir noktadan sonra
falsolu top atmaya ağırlık verecek şekilde akıllarını kullanan atıcılar haline
gelmeleri gibi. Fakat bunda da elbette bir sınır vardır. Bir kaybetmişlik
duygusunun hafif gölgesi de ortalarda dolaşmaya başlamıştır artık.
Öte yandan deha açısından pek de şanslı olmayan ya da nasıl
desem, ucu ucuna standartları karşılayan yazarlar, gençlik çağlarından itibaren
bilinçli olarak kas geliştirmek durumundadırlar. Onlar, antrenman yoluyla
odaklanma gücünü geliştirir, sürdürebilme gücünü artırırlar. Sonra bu
nitelikleri, bir ölçüye kadar, dehanın yerine geçecek şekilde kullanmaya mecbur
kalırlar. Fakat bir şekilde işi kotarırken kendi içlerinde saklı gerçek
dehalarıyla karşılaşıverdikleri de olur. Ter dökerek, sürekli kürekle çukur
açmak yoluyla derinliklerde yatan gizli bir su damarını bulmuşlardır
artık. Tam anlamıyla talih diyebiliriz
herhalde. Fakat böylesi talih eseri dehaya kavuşulsa bile, işin özü, dehaya,
derin çukuru kazmayı sürdürmek için gerekli olan kas gücüyle ve antrenman
yoluyla sahip olunmasıdır. Son yıllarında dehasını sergileyebilecek hale gelen
yazarlar, az çok bu süreçlerden geçerler.”
Yazmakla ilgili ne kadar deneyim okumuş, ne kadar öğüt
dinlemiş olursam olayım, tecrübe etmeden ve kâğıt kalemin ya da klavyenin -her
neyse- başına geçmeden önce bu sözlerin değerinden faydalanamıyordum. Yazma
azmim tamamen kaybolmuştu, son zamanlara değin. Oysa biliyordum, kervan yolda
düzülür; fikir ne kadar iyi olursa olsun yazmaya başlamadan yazamaz, yazmayı
sürdürmeden metni bitiremezsiniz. Sonuçlandırmadığınız zaman da, fikrinizin iyi
olup olmayışının, hatta bir fikriniz olup olmadığının, konuyu araştırmak için
harcadığınız sürenin ve üzerine metninizi inşa edeceğiniz kaynakların,
verilerin filan, hiçbir önemi yoktur. İğneyle kuyu kazacaksınız, silip baştan
yazacaksınız. Birkaç gün, birkaç hafta sonra tekrar okuyacak, düzeltecek, ekleyecek,
kısaltacaksınız. Ne olursa olsun, ara vermeden. Tekrar Murakami’ye kulak
verelim:
“Düşündüğüm şeyleri metne dökmek yerine, metni oluşturarak
meseleleri düşünürüm. Yazma işlemi aracılığıyla düşüncelerimi şekillendiririm.
Tekrar yazıp düzeltmek yoluyla düşüncelerimi derinleştiririm.”
Murakami sayesinde, bilmediğim bir şey öğrenmedim, ama daha
değerli bir şey kazandım, onun sayesinde, bildiklerimi içselleştirdim: Süreci
tersine çevirmek gerekliliğini, düşünüp taşınıp bunları yazıya dökmek yerine,
yazarken düşünmek gerektiğini.
Ölene kadar 18
Bu küçücük kitapta alıntılanacak ve hak verilecek ne kadar çok
şey var, ama size de okuyacak bir şeyler kalsın, o nedenle iki şeyi daha
cımbızlamama izin verin. Birincisi, kitabı yazdığı güne kadar yaklaşık 25 yıl
her gün düzenli olarak ciddi koşu antrenmanı yapan, her sene bir tam maraton
koşan, sonraları triatlona kayan, bunun için yüzme stilini yeni baştan yaratan
ve bisiklet sürmeyi geliştiren, vücut ve zihnin bir bütün olduğunu bilen ve
fiziksel sınırlarını devamlı olarak ilerletip sınırlarını zorlayan bu adamın, bisikletinde
“ölene kadar 18” yazan bu adamın, okuyucuya çelişkili gelebilecek bir
tevekkülle yaşlanmayı kabullenişidir. Belki de usta yine aynı metodu
kullanıyordur, yani yazarken düşünüyordur bu konuyu, bilmiyorum. Belki
yaşlanmayı kabullenmek gerektiği üzerine düşünmesine yarıyordur bu satırlar:
“ Şu an artık ne kadar çabalarsam çabalayayım, olasılıkla
eskisi gibi koşamam. Bu gerçeği, olduğu gibi kabullenmek niyetindeyim. Bana kendimi
rahat hissettiren bir şey olduğunu söylemem güç ama bu, yaşlanmak işte. Benim bir
işlevim olduğu gibi zamanın da bir işlevi var. Dahası zaman, benden çok daha
sadık bir şekilde, çok daha kesin bir şekilde görevini yerine getiriyor. Ne de
olsa zaman, zaman dediğimiz şeyin
doğduğu andan itibaren (acaba ne kadar süredir?) bir an bile durmaksızın
ilerlemeyi sürdürüyor. Genç yaşta ölmekten kurtulan insanlar, bunun
karşılığında kesin olarak yaşlanmak gibi minnet duyulacak bir hakka sahip
oluyorlar… Bu gerçeği kabullenip buna alışmak zorundayız.”
Hiçbir şey olmamış gibi
Sabah antrenmanları sırasında karşılaştığı ümit vaat eden
genç atletler, bir trafik kazasında birlikte ölmüşler. Murakami, naif mi yoksa
ironik mi olduğunu tam anlayamadığım bir soru soruyor: “Böylesine zorlu
antrenmanlara dayanan bu insanların duyguları, içlerinde besledikleri ümitler,
rüyaları ve planları acaba nereye kaybolup gitti? İnsanın aklındakiler, vücudun
ölümüyle birlikte öylece, hiçbir şey olmamış gibi yok olup gidiyor mu acaba?”
Bu satırları okuyunca, yaşamımın temel motifinin hep ölüm
olduğunu bir kez daha duydum; bana ölümle ilgili hiç halledemediğim meseleyi,
ölümlü olduğumuz gerçeğiyle çok barışık görünüp, bir türlü yüzleşemeyişimi hatırlattı.
Bir de Metin Altıok’un dizelerini:
“yani benim gözlerimin bunca yıl gördükleri,
bir gün benimle birlikte
yok olup gidecekler öyle mi?”
bir gün benimle birlikte
yok olup gidecekler öyle mi?”
Cımbızlayacağım ikinci ve son olgu da işte bu, yaşlanmayı ve
kaçınılmaz sonu kabulleniş sorunsalının çözümüyle ilgilidir. Kabulleneceğiz,
ama nasıl. Yaşamaktan hoşnutsak ve bu dünyada daha yapacak işlerimizin olduğu
fikrindeysek, ölümlü oluşumuzla nasıl baş ederiz? Murakami usta bunu koşma
metaforu üzerinden açıklıyor:
“…bazen, her gün koşanlara karşı, bu kadar eziyete uzun
yaşamak için mi giriyorsun, şeklinde alaylı konuşan insanlar da olur. Fakat
düşünüyorum da, bence uzun yaşam peşinde olduğu için koşan insanlar, pek de o
kadar fazla değil. Aksine, uzun yaşayabilecek olmasam da en azından yaşarken
dolu dolu bir yaşam sürmek isterim, diye düşünerek koşan insanlar, sayı olarak
çok daha fazladır bence. Ne olduğunu anlamadan yaşanan bir on yıla kıyasla net
hedefler belirlenerek dolu dolu yaşanan bir on yıl doğal olarak çok daha
istenir bir şeydir. Koşmak, gerçekten bu konuda yardımcı olur, diye
düşünüyorum. Her bireyin kendi sınırları içerisinde, az da olsa kendi içindeki
enerjiyi yakarak yol alması. İşte bu, koşuculuk denen şeyin özü olduğu gibi,
bir yandan da yaşamanın (benim içinse yazmanın) metaforudur. Böylesi bir fikre,
olasılıkla çoğu koşucu katılacaktır.”
Murakami her anlamda bir uzun mesafe koşucusu. Ondan öğrenecek
eminim daha çok şey var. Artık, onu okumaya nereden başlayacağımı da biliyorum
sanırım. Ama bence Murakami’den öğrendiklerim doğrultusunda şimdi önemli olan,
benim bundan sonraki hayatımda nasıl koşacağım.
Merhabalar,
YanıtlaSil‘’Haruki Murakami – Koşmasaydım Yazamazdım’’ kitabıyla ilgili hazırlamış olduğunuz yazı için teşekkürler. Bu kitap, benim gerçekten yazarlığa bakış açımı değiştirdi. Yazmak konusunda motivasyonumu artıran ‘’Koşmasaydım Yazamazdım’’ kitabından en sevdiğim alıntıları derlemiştim, izninizle ben de sizinle paylaşmak isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/haruki-murakami-kosmasaydim-yazamazdim-kitabindan-10-enfes-alinti/
Yazılarınızın devamının gelmesini dilerim,
selamlar ve keyifli okumalar olsun.