29 Haziran 2015 Pazartesi

Haruki Murakami -Sahilde Kafka



Hayatımda okuduğum en güzel romandı filan diyemem ama şimdiye kadar başka romanlardan almadığım değişik bir zevk aldığımı da rahatlıkla söyleyebilirim. Bu, Murakami’nin ustalığından olduğu kadar, Japon kültürüne dair öğrendiklerimden de kaynaklanıyor. 

Bitirdiğimde kitap hakkında mutlaka bir şeyler yazmak istedim ama edebi bir eser hakkında edebiyat kuramı bilmeden öznel olmayan ne yazabilirdim ki. Baktım bazı sayfaları kıvırıp işaretlemişim, onlardan gideyim bari dedim: 

s. 33
“...Yalnız olunca bir türlü rahat edemiyorum. Tuhaf birisi gelip yanıma oturur diye hiç uyuyamadım. Bileti alırken koltukların ayrı ayrı olduğunu söylemişlerdi, ama otobüse bindiğimde bir baktım koltuklar ikiliydi. Takamutsa’ya kadar, biraz olsun uyumak istiyorum. Senin öyle tuhaf bir yanın da yok. Sorun olmaz değil mi?”
“Olmaz” dedim.
“Teşekkür ederim” dedi. “Yolculuk, yol arkadaşıyla, derler ya.”
Başımı sallayarak onayladım. Sanırım her şeye başımı sallıyordum. Ne söylemem gerekirdi ki?
“Devamı nasıldı?”
“Neyin devamı?”
“Yolculuk, yol arkadaşıyla... İşte onun devamı. Bir devamı vardı değil mi? Aklıma gelmiyor. Japonca konusunda eskiden beri pek iyi değilimdir.”
“Dünya duyguyla” dedim.
“Yolculuk yol arkadaşıyla, dünya duyguyla” dedi emin olmak istercesine. Elinde kağıt kalem olsa, not alacakmış gibi bir havayla. “Bu sözün ne gibi bir anlamı var peki? Yani kısaca söylemek gerekirse.”
Bir an düşündüm. Düşünmem biraz zaman aldı. Yine de sessizce bekledi.
“Rastlantı, arkadaşlıklar, insanın duyguları için önemlidir anlamında sanıyorum. Kısaca söylemek gerekirse.”
Bir süre düşündükten sonra, ellerini masanın üzerinde usulca birleştirdi. “Gerçekten de öyle. Rastlantı, arkadaşlıklar, insanın duyguları için önemli. Bence de öyle.”

s. 45
“Otobüsten inince, valizini yere koyup üzerine oturdu, omzuna astığı küçük sırt çantasından çıkardığı tükenmezkalemle bir şeyler karaladıktan sonra o sayfayı yırtıp bana uzattı. Telefon numarasını yazmıştı galiba.
“Cep telefonum” dedi yüzünü hafifçe çarpıtarak. “Bir süre arkadaşımda kalacağım, birileriyle görüşmek istersen bu numarayı ara. Hani derler ya, iki insanın kol ağzı sürtmüşse...”
“Bir nedeni vardır” diye tamamladım.
“Hah, işte o” dedi. “Anlamı ne peki?”
“Bir önceki yaşamdan kalma bağları anlatır. Çok küçük şeylerde bile, dünyada hiçbir şeyin tesadüfen olamayacağı anlamında kullanılır.”

s. 54
“Platon’un Şölen eserindeki Aristophanes’in dediklerine bakılırsa, çok eski zamanlarda, mitolojik çağlarda üç farklı insan türü varmış” dedi Oşima. “Biliyor muydun?”
“Bilmiyordum” dedim.
“Eskiden dünya erkek ve kadından değil, erkek-erkek, erkek-kadın ve kadın-kadından oluşurmuş. Yani günümüzdeki iki kişilik malzemeyle bir kişi ortaya çıkıyormuş. Herkes bundan memnun bir halde yaşıyormuş. Fakat tanrı kılıcını kaptığı gibi hepsini ikiye bölmüş. Muntazam bir şekilde tam ikiye. Bunun sonucunda dünyada yalnızca erkek ve kadın kalmış, insanlar da öteki yarılarını bulmak için arayış içinde yaşamlarını sürmeye başlamışlar.”

s. 398-9
Albay Sanders kollarını göğsünde kavuşturup dik bakışlarını Hoşino’nun yüzüne yöneltti. “Tanrı dediğin ne peki?"
Bu soru üzerine genç adam biraz düşündü.
“Tanrı’nın nasıl bir yüzü vardır? Ne yer, ne içer?” diyerek Albay Sanders sorularını sürdürdü.
“İşin orasını ben bilmem.Tanrı Tanrı’dır. Her yerde Tanrı vardır, yaptığımız her şeyi görür. Yaptıklarımızın iyi mi, kötü mü olduğuna o karar verir.”
“Öyleyse, futbol hakemi gibi bir şey.”
“Öyle de diyebilirsin belki.”
“Yani ne şimdi? Tanrı şort pantolon giyip ağzında düdük, uzatmaları hesaplayan bir şey mi yani?”
“Amma dalgacıymışsın be amca” dedi Hoşino.
“Japonya’nın tanrısı ile yabancı ülkelerin tanrısı akraba mı, yoksa düşman mı?”
“Ne bileyim ben!”
“Bak Hoşino’cuğum. Tanrı dediğin, ancak insanın bilincinde var olur. Özellikle Japonya’datanrı dediğin esnek bir kavramdır. Bunun kanıtı olarak da, savaştan önce tanrı olan imparator, işgal ordusu komutanı Mc Arthur’un ‘Bırak artık bu tanrılığı canım’ direktifi üzerine, ‘Tamam, artık normal bir insanım’ diyerek, 1946 yılından beri tanrı olmaktan çıkmıştır. Tanrı dediğin, işte böyle ayarlanabilir bir şeydir. Ağzında ucuz piposu, gözünde güneş gözlükleriyle dolaşan bir Amerikan askerinin küçük bir direktifiyle, varoluş şeklini değiştirebilen bir şeydir. İşte öylesine postmodern bir şeydir. Var olduğunu düşünürsen vardır. Yok, dersen de yoktur. Öyle bir şeyi neden aklına takıyorsun?”

s. 483
“Evet Hoşino Bey. Başınıza iş açtım.”
Hoşino derin derin iç geçirdi. “Yok be amca. ‘Zehri içen kabını da yer’ diye bir laf vardır.”
“Ne anlamda kullanılır?”
“Yani zehri içen kabını da ortada bırakmasın gibi bir anlamı var işte.”
...
“... az önceki lafla söylemek istediğim şu: Buraya kadar geldiğime göre, bundan sonra da seni korur, seninle birlikte kaçarım. Senin kötü bir şey yaptığını hiç sanmıyorum. Seni burada yalnız bırakmam. Bu benim adalet anlayışıma ters düşer çünkü.”

Bu gözden geçirme faslından sonra bir daha düşündüm de, kitaptan asıl kazandığım şey yukarıdaki hoşluklar değil, “dingin” sözcüğünün anlamını öğrenmek oldu. Yani kelime olarak ne anlama geldiğini biliyordum da duygu olarak neye tekabül ettiğini bilmiyordum. Bendeniz biraz huzursuz ve hareketliyimdir; örneğin transandantal meditasyonu öğrenmeme, uygulayıp faydasını da görmeme karşın, çok durağan olduğu gerekçesiyle devam edememiştim. Ama bir çeşit yogayla bütünleştirilmiş daha kısa süreli meditasyonlar idealdir. Her neyse, düşüncelerim de yerinde duramayan vücudum gibi koşuşturma halindedir; ama bu kitabı okurken bazen dinginliğin, “sessizliğin sesini dinlemenin” de benim için pekala mümkün olabileceğini hissettim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder