“Evrene kütüphane demiş ve cenneti “bajo la forma de una
biblioteca” [bir kütüphane şeklinde] olarak hayal ettiğini itiraf etmiş
biri için, kendi kütüphanesinin boyutları bir düşkırıklığı olmuştur belki de,
çünkü bir başka şiirinde de dediği gibi, dilin “bilgeliği yalnızca taklit
edebileceğini” biliyordu. Ziyaretçiler, kitaplarla kaplanmış bir yer, ek
yerlerinden patlamak üzere olan raflar, geçişleri tıkayan ve her delikten
fışkıran basılı malzeme yığınları, bir mürekkep ve kâğıt ormanı görmeyi
bekliyordu. Bunun yerine, kitapların göze batmayan birkaç köşede toplandığı bir
apartman dairesiyle karşılaşıyorlardı.” diye aktarıyor Manguel, Borges’in
kütüphanesini.
Manguel, 16 yaşında, Buenos Aires’teki Pygmalion Kitapevi’nde
çalıştığı sırada, Borges de oranın devamlı müşterisiymiş. Hemen herkese olduğu
gibi, Manguel’e de ona kitap okuyup okuyamayacağını sormuş. Böylece Manguel,
gözleri görmeyen, Ulusal Kütüphane’nin yöneticisi, ünlü yazar ve şair Borges’e dört
yıl boyunca, haftanın üç dört günü kitap okumuş. İşte bu kitapta, hem o
dönemdeki kendi Borges’ini hem de yazındaki Borges’i anlatıyor.
“Borges’in körlüğü, otuz yaşından itibaren yavaş yavaş
ilerlemiş, elli sekiz yaşına geldiğinde ise artık tam olarak yerleşmişti"; bu
hastalığın ailesinden miras olduğunu bilse de, kör olan üçüncü Ulusal Kütüphane
yöneticisi olduğundan, batıl inancı da vardı… "Siyahı artık hiç göremediği için yakınır
ve görebildiği tek renk olan sarıyı bağrına basardı, çok sevdiği kaplanların ve
güllerin rengiydi bu…”
“Kaplanlar sanki sevgi için yaratılmışlar”
“Ölümünden birkaç ay önce, Arjantinli zengin bir toprak
sahibi Borges’i estancia’sına davet etti ve bir sürpriz sözü verdi. Yaşlı
adamı bahçedeki bir banka oturttu ve yalnız bıraktı; birden Borges yanıbaşında
iri ve sıcak bir beden hissetti, ardından da omuzlarına dayanmış iri patiler.
Ev sahibinin evcil kaplanı, onu düşleyen adama saygılarını sunuyordu. Hiç
korkmadı Borges. Yalnızca çiğ et kokan nefesinden rahatsız oldu. “Kaplanların
etobur olduğunu unutmuşum.”
Hedonist Borges
“Başına buyruk bir okuyucuydu Borges,… bir kitabı son
sayfasına kadar okumak zorunda hissetmezdi kendini. Kütüphanesi (her okuyucu
gibi onun da kütüphanesi, aynı zamanda otobiyografisiydi), olasılık yasalarına
ve anarşinin kurallarına olan inancını yansıtıyordu. “Ben zevk peşinde koşan
bir okuyucuyum: kitap almak kadar şahsi ve muhterem bir konuda, görev duygumun
işe karışmasına hiçbir zaman izin vermedim.”
“Borges’in edebiyat konusundaki bu cömert yaklaşımı, ortak
paydaları bir şekilde Borges’i içermek olan, farklı farklı yapıtlarda ortaya
çıkışını da açıklıyor: Foucault’nun Les mots et les choses’unun ilk sayfası
–burada (Borges’in hayal ettiği) ünlü bir Çin ansiklopedisinden yapılan bir
alıntı vardır, bu ansiklopedide hayvanlar çok sayıda tutarsız kategoriye
ayrılır, örneğin “İmparatora ait olanlar” ve uzaktan sinek gibi görünenler”;
Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda, manastır kütüphanesinde hayalet gibi
dolaşan, Juan de Burgos adlı, kör ve katil kütüphaneci karakteri…” gibi.
Muhteşem bellek
“Her şeyi anımsardı. Yazdığı kitapların nüshalarına ihtiyacı
yoktu: unutulmasında sakınca olmayan bir geçmişe aitlermiş gibi davransa da,
kendi yazdığı her şeyi ezberden okuyabilir, düzeltebilir ve değiştirebilirdi…”
Manguel’in deyimiyle “amansız” belleği, doğuştan gelen bir yeti de olabilir,
ancak büyük ölçüde körlüğünden ve kütüphaneciliğinden geliyor olmalıdır.
Borges’den önce, Borges’den sonra
Manguel’e göre, İspanyolca dünyası yazarları, 17. Yüzyıldan bu
yana (Borges’e gelene değin) iki ana akımın etkisinde kalmışlardı. Borges’in
geliştirdiği “zengin, çok katmanlı bir yeni poetik anlamlar dağarı ve basit,
sade biçem”, İspanyolcadaki önemli yazarların hemen hepsini etkiledi, Borges’e olan
borçlarını dile getirmelerine yol açtı.
“Borges İspanyol dilini yeniledi. Bonkör okuma
alışkanlıkları sayesinde, başka dillerden İspanyolcaya hoşluklar getirdi:
İngilizcenin kalıpları ya da Almancanın, konuyu cümle sonuna kadar saklı
tutabilme özelliği. Yazarken ya da çeviri yaparken, bir metni kesmek ya da
değiştirmek konusunda sağduyusunun verdiği özgürlüğü kullanırdı… “Shakespeare
çevireceksen,” demişti, “Shakespeare yazarken ne kadar özgür idiyse o
kadar özgür olacaksın.”
Burada aklıma hemen Shakespeare’i oldukça serbest çeviren
Can Yücel geliyor, onun tadına doyulmaz Bahar Noktası. Özgün adı A
Midsummer Night’s Dream olan eserin adını, Can Yücel Bahar Noktası
olarak uygun görmüştü; öyle çevirmişti ki, benim elimdeki, 2003 yılında Okuyan
Us Yayın tarafından basılan nüshada, editör Can Yücel’i çevirmen olarak değil,
ortak yazar olarak kapağa taşımıştı :)
“Borges, 1986’da Cenevre’de öldü; Heine ve Vergilius’u,
Kipling ve Quincey’i keşfettiği, Baudelaire’i ilk kez okuduğu şehirdi” burası. “Ölümsüzlük
istediğini yazan Unamuno’yu anlamıyordu: “Ölümsüzlük istemek için bir adamın
deli olması gerekir, değil mi?”
“Borges’ten sonra, edebiyat yapıtlarına hayat verenin aslında
okur olduğunun açığa çıkmasından sonra”, yazarın ölümü trajik bir şey olmaktan
çıkmıştı. “… yaşamsal olan, her zaman sözcüklerin kavrayışının ötesinde olan
şey gittikten sonra, geriye kalandır edebiyat diye, Verlaine’den alıntı yapardı”
diyor Manguel; metaforları seven Borges için, “bir nehir olarak zaman…
gecelerin içinden aktı, her şeyi önüne katıp götürdü, geriye yalnızca edebiyat
kaldı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder