4 Şubat 2014 Salı

Alberto Manguel- Borges'in Evinde



“Evrene kütüphane demiş ve cenneti “bajo la forma de una biblioteca” [bir kütüphane şeklinde] olarak hayal ettiğini itiraf etmiş biri için, kendi kütüphanesinin boyutları bir düşkırıklığı olmuştur belki de, çünkü bir başka şiirinde de dediği gibi, dilin “bilgeliği yalnızca taklit edebileceğini” biliyordu. Ziyaretçiler, kitaplarla kaplanmış bir yer, ek yerlerinden patlamak üzere olan raflar, geçişleri tıkayan ve her delikten fışkıran basılı malzeme yığınları, bir mürekkep ve kâğıt ormanı görmeyi bekliyordu. Bunun yerine, kitapların göze batmayan birkaç köşede toplandığı bir apartman dairesiyle karşılaşıyorlardı.” diye aktarıyor Manguel, Borges’in kütüphanesini.

Manguel, 16 yaşında, Buenos Aires’teki Pygmalion Kitapevi’nde çalıştığı sırada, Borges de oranın devamlı müşterisiymiş. Hemen herkese olduğu gibi, Manguel’e de ona kitap okuyup okuyamayacağını sormuş. Böylece Manguel, gözleri görmeyen, Ulusal Kütüphane’nin yöneticisi, ünlü yazar ve şair Borges’e dört yıl boyunca, haftanın üç dört günü kitap okumuş. İşte bu kitapta, hem o dönemdeki kendi Borges’ini hem de yazındaki Borges’i anlatıyor.

“Borges’in körlüğü, otuz yaşından itibaren yavaş yavaş ilerlemiş, elli sekiz yaşına geldiğinde ise artık tam olarak yerleşmişti"; bu hastalığın ailesinden miras olduğunu bilse de, kör olan üçüncü Ulusal Kütüphane yöneticisi olduğundan, batıl inancı da vardı… "Siyahı artık hiç göremediği için yakınır ve görebildiği tek renk olan sarıyı bağrına basardı, çok sevdiği kaplanların ve güllerin rengiydi bu…”

“Kaplanlar sanki sevgi için yaratılmışlar”

“Ölümünden birkaç ay önce, Arjantinli zengin bir toprak sahibi Borges’i estancia’sına davet etti ve bir sürpriz sözü verdi. Yaşlı adamı bahçedeki bir banka oturttu ve yalnız bıraktı; birden Borges yanıbaşında iri ve sıcak bir beden hissetti, ardından da omuzlarına dayanmış iri patiler. Ev sahibinin evcil kaplanı, onu düşleyen adama saygılarını sunuyordu. Hiç korkmadı Borges. Yalnızca çiğ et kokan nefesinden rahatsız oldu. “Kaplanların etobur olduğunu unutmuşum.”

Hedonist Borges

“Başına buyruk bir okuyucuydu Borges,… bir kitabı son sayfasına kadar okumak zorunda hissetmezdi kendini. Kütüphanesi (her okuyucu gibi onun da kütüphanesi, aynı zamanda otobiyografisiydi), olasılık yasalarına ve anarşinin kurallarına olan inancını yansıtıyordu. “Ben zevk peşinde koşan bir okuyucuyum: kitap almak kadar şahsi ve muhterem bir konuda, görev duygumun işe karışmasına hiçbir zaman izin vermedim.”

“Borges’in edebiyat konusundaki bu cömert yaklaşımı, ortak paydaları bir şekilde Borges’i içermek olan, farklı farklı yapıtlarda ortaya çıkışını da açıklıyor: Foucault’nun Les mots et les choses’unun ilk sayfası –burada (Borges’in hayal ettiği) ünlü bir Çin ansiklopedisinden yapılan bir alıntı vardır, bu ansiklopedide hayvanlar çok sayıda tutarsız kategoriye ayrılır, örneğin “İmparatora ait olanlar” ve uzaktan sinek gibi görünenler”; Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda, manastır kütüphanesinde hayalet gibi dolaşan, Juan de Burgos adlı, kör ve katil kütüphaneci karakteri…” gibi. 

Muhteşem bellek

“Her şeyi anımsardı. Yazdığı kitapların nüshalarına ihtiyacı yoktu: unutulmasında sakınca olmayan bir geçmişe aitlermiş gibi davransa da, kendi yazdığı her şeyi ezberden okuyabilir, düzeltebilir ve değiştirebilirdi…” Manguel’in deyimiyle “amansız” belleği, doğuştan gelen bir yeti de olabilir, ancak büyük ölçüde körlüğünden ve kütüphaneciliğinden geliyor olmalıdır. 

Borges’den önce, Borges’den sonra

Manguel’e göre, İspanyolca dünyası yazarları, 17. Yüzyıldan bu yana (Borges’e gelene değin) iki ana akımın etkisinde kalmışlardı. Borges’in geliştirdiği “zengin, çok katmanlı bir yeni poetik anlamlar dağarı ve basit, sade biçem”, İspanyolcadaki önemli yazarların hemen hepsini etkiledi, Borges’e olan borçlarını dile getirmelerine yol açtı.

“Borges İspanyol dilini yeniledi. Bonkör okuma alışkanlıkları sayesinde, başka dillerden İspanyolcaya hoşluklar getirdi: İngilizcenin kalıpları ya da Almancanın, konuyu cümle sonuna kadar saklı tutabilme özelliği. Yazarken ya da çeviri yaparken, bir metni kesmek ya da değiştirmek konusunda sağduyusunun verdiği özgürlüğü kullanırdı… “Shakespeare çevireceksen,” demişti, “Shakespeare yazarken ne kadar özgür idiyse o kadar özgür olacaksın.”

Burada aklıma hemen Shakespeare’i oldukça serbest çeviren Can Yücel geliyor, onun tadına doyulmaz Bahar Noktası. Özgün adı A Midsummer Night’s Dream olan eserin adını, Can Yücel Bahar Noktası olarak uygun görmüştü; öyle çevirmişti ki, benim elimdeki, 2003 yılında Okuyan Us Yayın tarafından basılan nüshada, editör Can Yücel’i çevirmen olarak değil, ortak yazar olarak kapağa taşımıştı :)

“Borges, 1986’da Cenevre’de öldü; Heine ve Vergilius’u, Kipling ve Quincey’i keşfettiği, Baudelaire’i ilk kez okuduğu şehirdi” burası. “Ölümsüzlük istediğini yazan Unamuno’yu anlamıyordu: “Ölümsüzlük istemek için bir adamın deli olması gerekir, değil mi?

“Borges’ten sonra, edebiyat yapıtlarına hayat verenin aslında okur olduğunun açığa çıkmasından sonra”, yazarın ölümü trajik bir şey olmaktan çıkmıştı. “… yaşamsal olan, her zaman sözcüklerin kavrayışının ötesinde olan şey gittikten sonra, geriye kalandır edebiyat diye, Verlaine’den alıntı yapardı” diyor Manguel; metaforları seven Borges için, “bir nehir olarak zaman… gecelerin içinden aktı, her şeyi önüne katıp götürdü, geriye yalnızca edebiyat kaldı.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder