30 Ocak 2014 Perşembe

Berlin- 1.

Berlin’de ilk günler, ilk izlenimler:

Geçen yıl bir burs aldım ve bu yıl, yazın üç ay süreyle doktora çalışmam çerçevesinde araştırma yapmak üzere Berlin’e gittim. Alman Arkeoloji Enstitüsü çalışanı olduğumdan, ilk iki hafta aynı kurumun Avrasya Şubesi misafirhanesinde kaldım, sonra da, daha önce beş yıl birlikte çalıştığımız, şimdi Berlin’de yaşayan bir iş arkadaşımın evini kiraladım.

İlk günlerde Berlin izlenimlerimi not alma, günlük tutma hevesim çok kuvvetliydi ve bir şeyler de karalıyordum; daha sonra gezmenin ve çalışmanın verdiği yorgunluk ve vakit darlığı buna fırsat vermez oldu. Döndükten sonra, yazma isteğim hâlâ çok kuvvetliydi, ama elde doğru dürüst bir günlük, alınmış not olmayınca, nereden başlayacağımı bilemiyordum. Kısa bir süre sonra, bir kitap tanıtımına rastladım; bu kitap, Enis Batur’un “siyah sert Berlin: üçgenler kitabı”ydı. Doğal olarak çok merak ettim, hem Enis Batur çok sevdiğim, kendisinden çok şey öğrendiğim bir yazardır, hem de kitabın tasarlanışı çok ilginç geldi. Tanıtım yazısında şöyle diyordu:

“Üç şehir (Berlin-Paris-İstanbul), üç yazar (Benjamin-Baudelaire-Tanpınar), üç zaman (dün-bugün-yarın) arasından üçgenler kurarak ilerleyen yazar, gezi edebiyatına ve şehir kültürüne farklı bir perspektiften bakıyor. Fotoğraflar, sanat yapıtları ve belgeler eşliğinde. Kısa sürede 3. baskıya ulaşan Paris Ecekent kitabının devamı olan Siyah Sert Berlin, edebiyatı farklı duyarlıklar eşliğinde kent kültürüyle yüzleştiriyor.”

Bana çok uzun gelen bir süre (iki hafta :) ) geçtikten sonra kitap çıktı ve çıkar çıkmaz alıp okudum; birçok satırın altını çize çize hem de. Batur’un kent hakkındaki belli başlı izlenimleri benimkilerle örtüşüyordu. Kitaptan yapacağım alıntılar ve bunların düşündürdükleri ya da çağrıştırdıkları, Berlin hakkında yazabilmek için bana rehberlik edebilirdi.  Şimdi okuduğunuzun ve bundan sonra yazacağım birkaç yazının yazılmasının iki ana nedeni var; ilki, anılar iyice küllenmeden kağıda dökerek kendimce onları koruma altına alma güdüsü ve bir nevi yazma egzersizi yapmak. Yoksa Berlin’i tanıtmayı filan amaçlamıyorum, bu kadar kısa bir zamanda kenti tanıyabildiğimi iddia etmek çok saçma olurdu.

Batur, Berlin’deki ilk günleri için bakın ne diyor: “Berlin’de ikinci gecenin sabahı, iki ayrı evde iki gece, iki sabah, iki ayrı evde iki pencere; ilki şehiriçi açık hava trenlerinin birkaçı terk edilmiş, otlarla kaplanmış yollarına bakıyordu, ikincisi bir tür içbahçeye açılıyor ve bir dolu pencere, karşı-pencere görüyor, inanılmaz bir sessizlik hüküm sürüyor burada.” s. 7.

Berlin’e gelip de kalacağım yere vardığımda (Dahlem- Berlin’in oldukça seçkin ve şehrin merkezi yerlerine azıcık uzak olan bir semti; Freie Universitaet burada çok geniş bir alana yayılıyor, Botanik Bahçesi de burada), yatak o kadar davetkâr, ortalık o kadar sessiz ve ben de o kadar yorgundum ki, valizleri odaya tıktıktan sonra biraz uyumaya karar verdim. Saatimin alarmını iki saat sonrasına ayarlar ayarlamaz uyumuşum. Saat çaldığında uyandım ama uyku çok tatlıydı, bir saat daha uyuyayım dedim; uyanabildiğimde, hava kararmıştı, telaşla saate baktım: 01:58! Berlin’deki ilk günüm ve gecem, uyuyarak geçmişti.

Sabah için tekrar saatimi kurdum ama yine kurduğum saatte kalkamadım, neden sonra kalktığımda saat 9 olmuştu;  açıldığı saatte hazır bulunmak istediğim kütüphane çoktan açılmıştı… Akşam, hiç âdetim olmayan bu uyku halinin nedenini anladım: odamın penceresinin üst kanadı açıkmış. Oksijen çarpması yani :)

Doğal olarak çok acıkmıştım, önceki gün öğlen uçakta yarısını yiyebildiğim yemekle duruyordum;  nasıl olsa bir market bulurum diyerek yol iz sormadan kendimi attım dışarıya, enstitünün arka kapısından bir sokağa daldım. Yarım saat ve tek tük evler ile geniş, bol ağaçlı parkların bulunduğu birçok sokak geçtikten sonra Türkiye’deki gibi her adım başı market bulunmadığını ancak anladım, soracak birini ya da marketin yerini gösterir bir plan bulma ümidiyle enstitüye geri döndüm. Kapıdan girerken, sol tarafta, çıkarken görmediğim bir levha fark ettim: Üzerinde, burasının (Alman Arkeoloji Enstitüsü Avrasya Şubesi’nin bulunduğu yapı kompleksinin) vaktiyle Yahudi Orman Okulu olduğu yazıyordu. Daha sonra böyle bir çok levha ve binaların önünde, yerde, o binada yaşamış ve soykırıma kurban gitmiş olan Yahudilerin isimlerinin yazdığı pirinç plakalar görecektim.

Berlin ile ilgili ilk izlenimim böylece oluşmuştu; sonraki günlerde daha da iyi anlayacaktım ki beni çarparak yedi uyuklayana döndüren havanın temizliğine, Berlin için olağanüstü sayılabilecek sıcaklığına (Haziran ortası ve otuz küsur derece), yemyeşilliğine, dinginliğine rağmen siyah, sert bir şehirdi burası. Geçmişin karanlığının gündüz gözüyle bile kararttığı bir şehirdi Berlin. Başka bir şey daha vardı: Bir bakışla, ses tonunda sezilen bir gerginlikle ya da düşünmeden edilmiş ve tam da bu yüzden etkili tek bir cümle ya da sözcükle bile kendini ele veren örtülü ırkçılık, gündelik yaşamın rahatlığına tezat bir biçimde kentin aurasını sertleştiriyordu.

5 Aralık 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder