Hayatımda okuduğum en güzel romandı filan
diyemem ama şimdiye kadar başka romanlardan almadığım değişik bir zevk aldığımı
da rahatlıkla söyleyebilirim. Bu, Murakami’nin ustalığından olduğu kadar, Japon
kültürüne dair öğrendiklerimden de kaynaklanıyor.
Bitirdiğimde kitap hakkında mutlaka bir şeyler
yazmak istedim ama edebi bir eser hakkında edebiyat kuramı bilmeden öznel
olmayan ne yazabilirdim ki. Baktım bazı sayfaları kıvırıp işaretlemişim,
onlardan gideyim bari dedim:
s. 33
“...Yalnız olunca bir türlü rahat edemiyorum.
Tuhaf birisi gelip yanıma oturur diye hiç uyuyamadım. Bileti alırken
koltukların ayrı ayrı olduğunu söylemişlerdi, ama otobüse bindiğimde bir baktım
koltuklar ikiliydi. Takamutsa’ya kadar, biraz olsun uyumak istiyorum. Senin
öyle tuhaf bir yanın da yok. Sorun olmaz değil mi?”
“Olmaz” dedim.
“Teşekkür ederim” dedi. “Yolculuk, yol
arkadaşıyla, derler ya.”
Başımı sallayarak onayladım. Sanırım her şeye
başımı sallıyordum. Ne söylemem gerekirdi ki?
“Devamı nasıldı?”
“Neyin devamı?”
“Yolculuk, yol arkadaşıyla... İşte onun
devamı. Bir devamı vardı değil mi? Aklıma gelmiyor. Japonca konusunda eskiden
beri pek iyi değilimdir.”
“Dünya duyguyla” dedim.
“Yolculuk yol arkadaşıyla, dünya duyguyla”
dedi emin olmak istercesine. Elinde kağıt kalem olsa, not alacakmış gibi bir
havayla. “Bu sözün ne gibi bir anlamı var peki? Yani kısaca söylemek
gerekirse.”
Bir an düşündüm. Düşünmem biraz zaman aldı.
Yine de sessizce bekledi.
“Rastlantı, arkadaşlıklar, insanın duyguları
için önemlidir anlamında sanıyorum. Kısaca söylemek gerekirse.”
Bir süre düşündükten sonra, ellerini masanın
üzerinde usulca birleştirdi. “Gerçekten de öyle. Rastlantı, arkadaşlıklar,
insanın duyguları için önemli. Bence de öyle.”
“Otobüsten inince, valizini yere koyup üzerine
oturdu, omzuna astığı küçük sırt çantasından çıkardığı tükenmezkalemle bir
şeyler karaladıktan sonra o sayfayı yırtıp bana uzattı. Telefon numarasını
yazmıştı galiba.
“Cep telefonum” dedi yüzünü hafifçe
çarpıtarak. “Bir süre arkadaşımda kalacağım, birileriyle görüşmek istersen bu numarayı
ara. Hani derler ya, iki insanın kol ağzı sürtmüşse...”
“Bir nedeni vardır” diye tamamladım.
“Hah, işte o” dedi. “Anlamı ne peki?”
“Bir önceki yaşamdan kalma bağları anlatır.
Çok küçük şeylerde bile, dünyada hiçbir şeyin tesadüfen olamayacağı anlamında
kullanılır.”
s. 54
“Platon’un Şölen eserindeki Aristophanes’in
dediklerine bakılırsa, çok eski zamanlarda, mitolojik çağlarda üç farklı insan
türü varmış” dedi Oşima. “Biliyor muydun?”
“Bilmiyordum” dedim.
“Eskiden dünya erkek ve kadından değil, erkek-erkek,
erkek-kadın ve kadın-kadından oluşurmuş. Yani günümüzdeki iki kişilik
malzemeyle bir kişi ortaya çıkıyormuş. Herkes bundan memnun bir halde
yaşıyormuş. Fakat tanrı kılıcını kaptığı gibi hepsini ikiye bölmüş. Muntazam
bir şekilde tam ikiye. Bunun sonucunda dünyada yalnızca erkek ve kadın kalmış,
insanlar da öteki yarılarını bulmak için arayış içinde yaşamlarını sürmeye
başlamışlar.”
s. 398-9
Albay Sanders kollarını göğsünde kavuşturup
dik bakışlarını Hoşino’nun yüzüne yöneltti. “Tanrı dediğin ne peki?"
Bu soru üzerine genç adam biraz düşündü.
“Tanrı’nın nasıl bir yüzü vardır? Ne yer, ne
içer?” diyerek Albay Sanders sorularını sürdürdü.
“İşin orasını ben bilmem.Tanrı Tanrı’dır. Her
yerde Tanrı vardır, yaptığımız her şeyi görür. Yaptıklarımızın iyi mi, kötü mü
olduğuna o karar verir.”
“Öyleyse, futbol hakemi gibi bir şey.”
“Öyle de diyebilirsin belki.”
“Yani ne şimdi? Tanrı şort pantolon giyip
ağzında düdük, uzatmaları hesaplayan bir şey mi yani?”
“Amma dalgacıymışsın be amca” dedi Hoşino.
“Japonya’nın tanrısı ile yabancı ülkelerin tanrısı
akraba mı, yoksa düşman mı?”
“Ne bileyim ben!”
“Bak Hoşino’cuğum. Tanrı dediğin, ancak
insanın bilincinde var olur. Özellikle Japonya’datanrı dediğin esnek bir
kavramdır. Bunun kanıtı olarak da, savaştan önce tanrı olan imparator, işgal
ordusu komutanı Mc Arthur’un ‘Bırak artık bu tanrılığı canım’ direktifi
üzerine, ‘Tamam, artık normal bir insanım’ diyerek, 1946 yılından beri tanrı
olmaktan çıkmıştır. Tanrı dediğin, işte böyle ayarlanabilir bir şeydir. Ağzında
ucuz piposu, gözünde güneş gözlükleriyle dolaşan bir Amerikan askerinin küçük
bir direktifiyle, varoluş şeklini değiştirebilen bir şeydir. İşte öylesine
postmodern bir şeydir. Var olduğunu düşünürsen vardır. Yok, dersen de yoktur.
Öyle bir şeyi neden aklına takıyorsun?”
s. 483
“Evet Hoşino Bey. Başınıza iş açtım.”
Hoşino derin derin iç geçirdi. “Yok be amca.
‘Zehri içen kabını da yer’ diye bir laf vardır.”
“Ne anlamda kullanılır?”
“Yani zehri içen kabını da ortada bırakmasın
gibi bir anlamı var işte.”
...
“... az önceki lafla söylemek istediğim şu:
Buraya kadar geldiğime göre, bundan sonra da seni korur, seninle birlikte
kaçarım. Senin kötü bir şey yaptığını hiç sanmıyorum. Seni burada yalnız
bırakmam. Bu benim adalet anlayışıma ters düşer çünkü.”
Bu gözden geçirme faslından sonra bir daha
düşündüm de, kitaptan asıl kazandığım şey yukarıdaki hoşluklar değil, “dingin”
sözcüğünün anlamını öğrenmek oldu. Yani kelime olarak ne anlama geldiğini
biliyordum da duygu olarak neye tekabül ettiğini bilmiyordum. Bendeniz biraz
huzursuz ve hareketliyimdir; örneğin transandantal meditasyonu öğrenmeme,
uygulayıp faydasını da görmeme karşın, çok durağan olduğu gerekçesiyle devam
edememiştim. Ama bir çeşit yogayla bütünleştirilmiş daha kısa süreli
meditasyonlar idealdir. Her neyse, düşüncelerim de yerinde duramayan vücudum
gibi koşuşturma halindedir; ama bu kitabı okurken bazen dinginliğin, “sessizliğin
sesini dinlemenin” de benim için pekala mümkün olabileceğini hissettim.