31 Ocak 2014 Cuma

Haruki Murakami- Koşmasaydım Yazamazdım



Bunca romanı olan Murakami’nin neresinden başlamak gerekir diye, bir gün bir arkadaşıma sormuştum (sanırım geçen yıl ya da bir önceki), “düşünmem gerek” diye cevaplamıştı; hala düşünüyor :)
Eğer bir yazarı gözüme kestirmişsem, nereden başlamak gerektiğini bir bilenden öğrenmeye çalışırım. Eğer bir yanıt bulamazsam da, otobiyografik bir şeyler yazıp yazmadığına bakarım; önce yazarı tanımak isterim. Yazarların kişilikleriyle eserlerini birbirinden ayrı tutabilme meziyetine sahip değilim. Yazarın kendisini sevmediysem, eserini de sevemiyorum. Tabii ki kişiliği hakkında bilgi sahibi olmadığım ya da kendini açık etmeyen yazarların kitaplarını okuduğum kadar, tüm kitaplarını okuyup yıllarca yere göğe koyamazken otobiyografisini okuduktan sonra kitaplarına (bir-ikisi dışında) elimin gitmediği yazarlar da tanıdım (örneğin Marquez). 

Murakami’ye nereden başlayayım diye düşünmeyi bile bırakmışken, bir kitap tanıtım dergisinde Türkçedeki son kitabı Koşmasaydım Yazamazdım hakkında güzel bir yazı okudum. Gittim aldım; beklentimi de aştı okuyunca. Sık sık elimden bırakıp belirsiz bir noktaya gözlerimi dikerek bir süre durup, söylenen söz üzerine düşünmemi gerektiren, bana beni, gündelik rutinimi düşündüren, yazmak üzerine düşündüren, özdisiplin üzerine, akıp giden ömür üzerine, spor üzerine, tutku üzerine ve daha birçok şey üzerine düşündüren bir kitaptı okuduğum. Deneme olarak adlandırılmış, Murakami’nin deyişiyle bir hatırat olarak okumanın mahzuru olmadığı, kişisel bir metin. Hayatındaki en önemli şeyler olan koşmak ve yazmak üzerine deneyimlerini paylaşmış, bu eylemler üzerine kafa yormuş, kendine sorular sormuş ve yanıtlamaya çalışmıştı. Kitabın benim için önemi, tadını elbette çıkardığım edebi değerinin yanı sıra, altmışına yaklaşmış bir ömrün nasıl tüketildiğinde de yatıyor: tüm bu yaşamın anlamı, yaşamımızın bize özgü olmasını sağlayan şeylerin anlamı nedir? 

Geçmişin bir muhasebesini yapmak ve kalan yılları nasıl yaşamak gerektiğiyle ilgili seçimleri ve vazgeçişleri gözden geçirmek, bundan sonraki kararları ona göre almak konusunda da çok işe yaradığından dolayı, işlevsel açıdan da, bu kitap çok önemli. 

Murakami, roman yazmayı düşünmeye başladığı tarih ve saati çok net hatırlıyormuş: 1 Nisan 1978, öğlen 13:30 sıraları. O saatte nerede ne yapıyor olduğunu, açık gökyüzünü, taze yeşil çimenlerin dokunuşunu ve vahiy gibi inen fikrin verdiği hissi de. O yıl sonbahar geldiğinde yazar ilk dosyasını, ilk romanını ortaya çıkarmış. O sırada kendi barını işletmekteymiş ve işleri fena gitmiyormuş. Yazmaya başladıktan sonra 3 yıl boyuca, bir yandan barda çalışırken, bir yandan da gece yarısı eve döndükten sonra mutfak masasının başına geçip uykusu gelene kadar yazmış (o dönemde normal insanların iki katı bir ömür yaşamış olduğunu söylüyor) ama zamanla, aralarda 30 dakika, bir saat gibi bölük pörçük zamanlar yaratıp yazmanın yetmediğini, yeterince derinleşemediğini fark etmiş. Üç yılda yazdığı iki roman, öyküler ve Scott Fitzgerald çevirilerinden sonra, radikal bir karar vermesi gerekmiş: barı kapatıp kendini tamamen yazmaya vermek. 1981 yılının sonbaharında, barı devredip, romanına malzeme toplamak üzere bir hafta süreyle Hokkaido seyahatine çıkmış. Ertesi yılın Nisan ayında, kendi deyişiyle önceki romanlarından daha uzun, çerçevesi daha geniş ve öyküselliği güçlü bir eser ortaya koymayı başarmış: Yaban Koyununun İzinde. Belki de başka bir şansı olmayacağını düşünerek. Okurların coşkuyla karşıladığı roman, yazar için asıl başlangıç noktasını işaret ediyor.

Bundan sonra, yani hayatını yazar olarak kazanabileceği belli olduktan sonra, sağlığına bir çeki düzen verme gereği duymuş:
“…yüzleştiğim ilk ciddi sorun, bünyemi ayakta tutabilmekti. Zaten kendi haline bırakınca hemen şişmanlamaya yatkın bir bünyem vardı. … Sabahtan akşama kadar masa başında yazmakla geçen bir yaşantıya başlayınca bir yandan vücudumun gücü gitgide azaldı, öte yandan da kilo aldım. … O sıralarda günde üç paket sigara içiyordum. Parmaklarım sararmış, her yanım sigara kokmaya başlamıştı. … Hayatımı daha uzun yıllar roman yazarı olarak geçirmek istiyorsam, gücümü sürekli ayakta tutarak, vücut ağırlığımı da normal dengede koruma yöntemini bulmak durumundaydım.”

Böylece her gün koşmaya başlamış. Profesyonel yazarlığa başlamasıyla, hayatına tam bir disiplin hâkim olmuş. Barı devretmiş, farklı bir şehre taşınmış ve hayatını, erken kalkıp erken yatmak ve her gün düzenli olarak koşmak ve yazmak üzerine kurmuş. Yazmaya değil ama koşmaya ilk başladığında zorlanmış, ama pes etmemiş: “… uzun mesafeler koşamıyordum. 20 dakika, bilemediniz 30 dakika sanırım. Bu kadarla bile nefes nefese kalıyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyor, bacaklarım titremeye başlıyordu… utanmama yol açıyordu. … fakat sürekli olarak koştukça, bedenim koşmayı en uç sınırlarında kabul etmeye başlamış, bununla birlikte mesafe de yavaş yavaş artmıştı. Form diyebileceğim bir şey oluşmuş, soluk alıp veriş ritmim dengeye oturmuş, nabzım da sakinleşmişti. Hız ya da mesafe bir yana, olabildiğince ara vermeden koşabilecek şekilde her gün koşmayı birinci hedef haline getirmiştim.”

Aslında bunu isterdim ama burada bütün kitabı alıntıla(ya)mayacağım. Bunun yerine, yazarın belki de amaçlamadığı, ama her iyi kitapta bulunan ortak özellikten dolayı, kitaptan pasajlarla, bunların bende ne uyandırdığını anlatacağım. Hep bahsettiğim bir söyleşi vardır; çok sevdiğim yazar Eduardo Galeano’nun bir yerinde kötü ve iyi edebiyatı tarif ettiği. Der ki, “benim için iyi olanı, okunduğunda yaratıcılığı zincirlerinden boşaltan, imgelemi ve bilinci coşturan, kısacası etkin bir edebiyattır. Okunduğunda, insanı yineleten, onu beslemeksizin, zenginleştirmeksizin biraz olsun değiştirmeyen de ne denli iyi yazılırsa yazılsın kötü edebiyattır.” Murakami’nin bu denemesi de bende işte bu etkiyi yarattı: beni değiştirdi; bana beni, içimdeki özü, kendimle ilgili beklentilerimi hatırlattı. Azmetmeyi unutmuş olduğumu hatırlattı. 
17 yaşından bu yana çalışıyorum. Ama üniversite bitip de ciddi olarak tam zamanlı çalışma hayatına başladığımda, arkeoloji ve antropoloji benim için uğraş olarak gerçekleşmesi zor, uzak, güzel bir hayal, bu konularda okumak, yazmak hobiydi. Hobim asıl uğraşım olduğunda ve ilk hedefime ulaştıktan sonra, giderek çalışma azmim azaldı ve bugün o benim bile pek beğendiğim ve takdir edildiğim azmimden geriye fazla bir şey kalmadı.
Murakami’nin kimseye örnek olmak gibi bir iddiası yok. Ancak çalışma azmi ve disiplin üzerine inşa edilen bir ömrü, bu çok doğru ve verimli yaşanmış kendi yaşama ve yaşlanma deneyimini öyle dingin ve mütevazı anlatıyor ki, didaktizmden kendisi de nefret eden bu adamı örnek almak için can atıyorsunuz.
Yirmi dakika koştuğunda bacakları titreyen bir yeni yetme yazardan, maraton koşucusu bir ünlü yazar yaratan azmin öyküsünü, on yılda on kilo almış, sporu unutmuş, çalışma azmini kaybetmiş bir beden ve zihinle yutar gibi okudum, aklıma kazıdım, dahası harekete geçtim. İşte bana beni hatırlatan Koşmasaydım Yazamazdım’dan pasajlar ve düşündürdükleri:


Murakami radikal bir karar alıyor

“...çevremdekilerin karşı çıkmasına aldırış etmeden barla ilgili haklarımı olduğu gibi devrettim. Elbette bunu yapmak içimden gelmiyordu, ama “roman yazarı” gibi bir etiketi taşıyarak yaşamak kararındaydım. “Hele bir iki yıl boyunca beni serbest bırakın. Eğer başarılı olamazsam yine bir yerlerde küçük bir bar açabilirim, değil mi? Henüz gencim ve her şeye sıfırdan başlayabilirim” dedim karıma. “Olur” dedi o da.  O sıralarda halen yüksek miktarda borcum vardı, ama bir şekilde hallolur diye düşündüm. Bu, 1981 yılındaydı...”

Bu yazdıklarıyla çok özdeşlik kurdum çünkü 26 yaşındayken benzer bir karar aldım. Üniversiteden sonra bir arkadaşımla birlikte kendi catering işimizi kurmuştuk; ona gelene kadar da otellerde, catering işlerinde çalışmıştık; Murakami’nin barı ile oldukça benzer bir iş. Bu işi bir süre götürdükten sonra caydık, maaşlı işler bulduk. Neyse uzatmayayım, bu işler rastlantıların getirdikleriydi, gelişine vurmalardı, gönülde yatan aslan değildi. Ben de bir gün bastım istifayı; aynı Murakami gibi, gençliğime ve ufak birikimime güvenerek, eşimin desteğiyle, sonunda tarihöncesi arkeolojisinde uzmanlaşacağım bir yola düştüm.

Mecbursan çalışamazsın!

“...Benim ders çalışmaya ilgi duyar hale gelmem, bir müfredata bağlı eğitim sisteminden bir şekilde sıyrıldıktan sonra, yani toplumda ekmeğini kazanmaya çalışan bir kişi olduktan sonra oldu. İlgi duyduğum alanlara ait meselelerin, kendime uygun bir hızla, kendi sevdiğim bir yöntemle peşine düştüm. Bilgi ve tekniği daha etkin bir şekilde özümseyebildiğimi de anladım. Örneğin çeviri tekniklerini de tamamen bu şekilde, deyim yerindeyse kendimi paralayarak öğrendim, özümsedim. Bu yüzden elle tutulur bir tarza ulaşmam hem zaman aldı hem de birçok deneme yanılmaya mal oldu, ama o ölçüde de birçok şeyi öğrenip özümseyebildim.”
Aynı şekilde ben de, hayatımda en çok ders çalıştığım dönemi, işimden ayrılıp yüksek lisansa hazırlandığım dönem olarak hatırlıyorum. O süreçte bana verilen okuma listelerini tamamlamanın yanı sıra, bir de kendi kendime İngilizce öğrenmem gerekmişti :)

Genç ve deha sahibi olmak, sırtında kanat taşımakla aynı şeydir

“…Elbette insani olarak olgunlaşmayla birlikte doğal yetenekteki eksilmenin gizlenmesi mümkündür. Hızlı atıcıların belli bir noktadan sonra falsolu top atmaya ağırlık verecek şekilde akıllarını kullanan atıcılar haline gelmeleri gibi. Fakat bunda da elbette bir sınır vardır. Bir kaybetmişlik duygusunun hafif gölgesi de ortalarda dolaşmaya başlamıştır artık.
Öte yandan deha açısından pek de şanslı olmayan ya da nasıl desem, ucu ucuna standartları karşılayan yazarlar, gençlik çağlarından itibaren bilinçli olarak kas geliştirmek durumundadırlar. Onlar, antrenman yoluyla odaklanma gücünü geliştirir, sürdürebilme gücünü artırırlar. Sonra bu nitelikleri, bir ölçüye kadar, dehanın yerine geçecek şekilde kullanmaya mecbur kalırlar. Fakat bir şekilde işi kotarırken kendi içlerinde saklı gerçek dehalarıyla karşılaşıverdikleri de olur. Ter dökerek, sürekli kürekle çukur açmak yoluyla derinliklerde yatan gizli bir su damarını bulmuşlardır artık.  Tam anlamıyla talih diyebiliriz herhalde. Fakat böylesi talih eseri dehaya kavuşulsa bile, işin özü, dehaya, derin çukuru kazmayı sürdürmek için gerekli olan kas gücüyle ve antrenman yoluyla sahip olunmasıdır. Son yıllarında dehasını sergileyebilecek hale gelen yazarlar, az çok bu süreçlerden geçerler.”
Yazmakla ilgili ne kadar deneyim okumuş, ne kadar öğüt dinlemiş olursam olayım, tecrübe etmeden ve kâğıt kalemin ya da klavyenin -her neyse- başına geçmeden önce bu sözlerin değerinden faydalanamıyordum. Yazma azmim tamamen kaybolmuştu, son zamanlara değin. Oysa biliyordum, kervan yolda düzülür; fikir ne kadar iyi olursa olsun yazmaya başlamadan yazamaz, yazmayı sürdürmeden metni bitiremezsiniz. Sonuçlandırmadığınız zaman da, fikrinizin iyi olup olmayışının, hatta bir fikriniz olup olmadığının, konuyu araştırmak için harcadığınız sürenin ve üzerine metninizi inşa edeceğiniz kaynakların, verilerin filan, hiçbir önemi yoktur. İğneyle kuyu kazacaksınız, silip baştan yazacaksınız. Birkaç gün, birkaç hafta sonra tekrar okuyacak, düzeltecek, ekleyecek, kısaltacaksınız. Ne olursa olsun, ara vermeden. Tekrar Murakami’ye kulak verelim:

“Düşündüğüm şeyleri metne dökmek yerine, metni oluşturarak meseleleri düşünürüm. Yazma işlemi aracılığıyla düşüncelerimi şekillendiririm. Tekrar yazıp düzeltmek yoluyla düşüncelerimi derinleştiririm.”
Murakami sayesinde, bilmediğim bir şey öğrenmedim, ama daha değerli bir şey kazandım, onun sayesinde, bildiklerimi içselleştirdim: Süreci tersine çevirmek gerekliliğini, düşünüp taşınıp bunları yazıya dökmek yerine, yazarken düşünmek gerektiğini.

Ölene kadar 18

Bu küçücük kitapta alıntılanacak ve hak verilecek ne kadar çok şey var, ama size de okuyacak bir şeyler kalsın, o nedenle iki şeyi daha cımbızlamama izin verin. Birincisi, kitabı yazdığı güne kadar yaklaşık 25 yıl her gün düzenli olarak ciddi koşu antrenmanı yapan, her sene bir tam maraton koşan, sonraları triatlona kayan, bunun için yüzme stilini yeni baştan yaratan ve bisiklet sürmeyi geliştiren, vücut ve zihnin bir bütün olduğunu bilen ve fiziksel sınırlarını devamlı olarak ilerletip sınırlarını zorlayan bu adamın, bisikletinde “ölene kadar 18” yazan bu adamın, okuyucuya çelişkili gelebilecek bir tevekkülle yaşlanmayı kabullenişidir. Belki de usta yine aynı metodu kullanıyordur, yani yazarken düşünüyordur bu konuyu, bilmiyorum. Belki yaşlanmayı kabullenmek gerektiği üzerine düşünmesine yarıyordur bu satırlar:
“ Şu an artık ne kadar çabalarsam çabalayayım, olasılıkla eskisi gibi koşamam. Bu gerçeği, olduğu gibi kabullenmek niyetindeyim. Bana kendimi rahat hissettiren bir şey olduğunu söylemem güç ama bu, yaşlanmak işte. Benim bir işlevim olduğu gibi zamanın da bir işlevi var. Dahası zaman, benden çok daha sadık bir şekilde, çok daha kesin bir şekilde görevini yerine getiriyor. Ne de olsa zaman,  zaman dediğimiz şeyin doğduğu andan itibaren (acaba ne kadar süredir?) bir an bile durmaksızın ilerlemeyi sürdürüyor. Genç yaşta ölmekten kurtulan insanlar, bunun karşılığında kesin olarak yaşlanmak gibi minnet duyulacak bir hakka sahip oluyorlar… Bu gerçeği kabullenip buna alışmak zorundayız.”

Hiçbir şey olmamış gibi

Sabah antrenmanları sırasında karşılaştığı ümit vaat eden genç atletler, bir trafik kazasında birlikte ölmüşler. Murakami, naif mi yoksa ironik mi olduğunu tam anlayamadığım bir soru soruyor: “Böylesine zorlu antrenmanlara dayanan bu insanların duyguları, içlerinde besledikleri ümitler, rüyaları ve planları acaba nereye kaybolup gitti? İnsanın aklındakiler, vücudun ölümüyle birlikte öylece, hiçbir şey olmamış gibi yok olup gidiyor mu acaba?”
Bu satırları okuyunca, yaşamımın temel motifinin hep ölüm olduğunu bir kez daha duydum; bana ölümle ilgili hiç halledemediğim meseleyi, ölümlü olduğumuz gerçeğiyle çok barışık görünüp, bir türlü yüzleşemeyişimi hatırlattı. Bir de Metin Altıok’un dizelerini:

“yani benim gözlerimin bunca yıl gördükleri,
bir gün benimle birlikte
yok olup gidecekler öyle mi?”

Cımbızlayacağım ikinci ve son olgu da işte bu, yaşlanmayı ve kaçınılmaz sonu kabulleniş sorunsalının çözümüyle ilgilidir. Kabulleneceğiz, ama nasıl. Yaşamaktan hoşnutsak ve bu dünyada daha yapacak işlerimizin olduğu fikrindeysek, ölümlü oluşumuzla nasıl baş ederiz? Murakami usta bunu koşma metaforu üzerinden açıklıyor:

“…bazen, her gün koşanlara karşı, bu kadar eziyete uzun yaşamak için mi giriyorsun, şeklinde alaylı konuşan insanlar da olur. Fakat düşünüyorum da, bence uzun yaşam peşinde olduğu için koşan insanlar, pek de o kadar fazla değil. Aksine, uzun yaşayabilecek olmasam da en azından yaşarken dolu dolu bir yaşam sürmek isterim, diye düşünerek koşan insanlar, sayı olarak çok daha fazladır bence. Ne olduğunu anlamadan yaşanan bir on yıla kıyasla net hedefler belirlenerek dolu dolu yaşanan bir on yıl doğal olarak çok daha istenir bir şeydir. Koşmak, gerçekten bu konuda yardımcı olur, diye düşünüyorum. Her bireyin kendi sınırları içerisinde, az da olsa kendi içindeki enerjiyi yakarak yol alması. İşte bu, koşuculuk denen şeyin özü olduğu gibi, bir yandan da yaşamanın (benim içinse yazmanın) metaforudur. Böylesi bir fikre, olasılıkla çoğu koşucu katılacaktır.”

Murakami her anlamda bir uzun mesafe koşucusu. Ondan öğrenecek eminim daha çok şey var. Artık, onu okumaya nereden başlayacağımı da biliyorum sanırım. Ama bence Murakami’den öğrendiklerim doğrultusunda şimdi önemli olan, benim bundan sonraki hayatımda nasıl koşacağım.

30 Ocak 2014 Perşembe

XLIV (Cien Sonetos de Amor -Yüz Aşk Sonesi)

Sabras que no te amo y que te amo
puesto que de dos modos es la vida,
la palabra es una ala del silencio,
el fuego tiene una mitad de frio.

Yo te amo para comenzar a amarte,
para recomenzar el finito
y para no dejar de amarte nunca:
por eso no te amo todavia.

Te amo y no te amo como si tuviera
en mis manos las llaves de la dicha
y un incierto destino desdichado.

Mi amor tiene dos vidas para amarte.
Por eso te amo cuando no te amo
y por eso te amo cuando te amo.

Pablo Neruda



Bil ki seni hem seviyor, hem sevmiyorum
Yaşam da böyledir ya hani,
söz sessizlikten,
ateş soğuktan izler taşır

Seviyorum seni, sonsuz, kesintisiz;
hiç bırakmayayım diye,
başlamadım daha
seni sevmeye

Seviyorum derken mutluluğun,
sevmiyorum derken mutsuz bir yazgının
anahtarı elimdeki

Aşkımın da böyle, yaşam gibi,
iki yönü var seni sevmede
Bu nedenle seviyorum seni, sevmediğimde,
seviyorum seni, yine bu nedenle, sevdiğimde de.

Çeviri: Banu Doğan

Nar

Tutamadık

elimizde.


San
ki

 

yük

 
kıp
kır




su
lu


bir
nar


sa
çıl



ye
re.

28 Temmuz 2013

İstanbul



von istanbul bis istanbul

ist weit

ist weit geworden

mein weg wohin nach istanbul

ist schmal ist breit wie istanbul

und bosporos      fliesst in mir

in meinen adern nur blut

salzig und ohne ein blau wie das meer

die windmühlen drehen sich nicht mehr

in istanbul ist

windstille

in mir ist weit geworden

istanbul

wie sonnenblumenfelder

sich der sonne zuwenden

drehe ich mich im kreise

               und suche istanbul


----------------------------

istanbul’dan istanbul’a kadar

uzak

uzak oldu

istanbul’a giden yolum

hem dar hem geniş istanbul kadar

              ve boğaz içimde akıyor

damarlarımda yalnızca kan

tuzlu ve deniz gibi mavi olmayan

istanbul’da

yeldeğirmenleri dönmüyor artık

istanbul durgun

bana uzak artık istanbul

güneşe dönen

ayçiçeği tarlaları gibi

dönüyorum kendi çevremde

                   ve arıyorum istanbul’u içimde
.
Zehra Çırak/ Flugfänger1987
Çev. Banu Doğan; Berat Alanyalı için

10 Şubat 2013

Berlin- ara parça

Efendim, merhaba. Başlığa “ara parça” dedim ama bu terim, ne olduğunu pek net bilemediğim bir takım olumsuz hisler uyandırınca, hemen googleladım. İtü sözlük “seks filmleri furyasının yoğun olduğu, 70’lerin sonu 80'lerin başı döneme ait tanım. Sinemalarda oynayan film bir noktada kesilir ve araya pornografik bir sekans yerleştirilirdi.” demiş. Bir şekilde aklımda kalmış demek, bilinç düzeyinde olmasa da :) Tam da aynı dönemde, ben çocukken babamla her hafta sonu Suadiye Atlantik’e film izlemeye giderdik; iki film birden gösterilirdi, genelde ilk film “aile” filmi, ikincisi de ya karate ya da korku filmi olurdu, bilmiyorum belki açık saçık filmler de olabilirdi ama aklımda öyle kalmamış. Zaten ikinciyi seyretmez, dönerdik. Bir gün ben çok tutturdum, "ne halin varsa gör" diye çıktı gitti babam; Omen filmini tek başına sonuna dek izlemiştim de, güneşli yaz gününde eve dönerken ortalık simsiyah gelmişti bana (o zamanlar çocuğun "travmaya uğraması" çok dikkate alınan bir unsur değildi; çocuğa zarar bir b.kluk sezilirse "zaten sahi değil", "o ölürse film biter", "heyecan yapma" gibi sözlerle önlem alınır, çok da zora gelinecekse "ne hali varsa görsün, tecrübe ederse bir daha tutturmaz" diye düşünülürdü). Neyse, “Ara parça”yı ben Berlin notlarından, numara verdiklerimden biri değil, manasında kullandım işte.

Gelelim sadede. Yanımda tezle ilgili olanlar dışında hiç kitap götürmemiştim, güya kendimi çalışmaya mecbur bırakacaktım. Teey, emrivaki bir şey yaptığım nerde görülmüş. Hemen kurtlandım tabii. Dahlem’de çok güzel bir kitapçı vardı (bu arada Berlin’deki tüm kitapçılar birbirinden güzel, bol bol sahaf var ve kitaplar eski ya da yeni olsun, pek pahalı sayılmaz), girdim, biraz bakındım ve Bertolt Brecht’in Liebesgedichte (aşk şiirleri) isimli bir seçkisini aldım. O akşamı unutamıyorum. Birkaç şiir çevirmeyi denedim; başarılı oldum olmadım, önemli değil, çok iyi vakit geçirdim. Dışarıda feci bir yağmur vardı; işin garibi, hava sıcaklığının 35 dereceden, boşalan yağmurla birlikte birdenbire 13’e inmesiydi.

Brecht'le Berlin'de ilk buluşma böyleydi. Daha sonra Mine geldiğinde Brecht'in tiyatrosuna uğradık, sağolsun ben kararsız kalınca bilet almam için ısrar etti; iyi ki de etmiş. Onun sayesinde, İstanbul'a dönmeye yakın "Üç Kuruşluk Opera"yı izleme şansı buldum.

Ben bugün, 2. Berlin notunda belki çeviririm dediğim, Brecht’in son şiirlerinden birini sizlerle paylaşmak istiyorum. Brecht, ölene dek şiir yazmayı sürdürdü. Toplam binlerce şiir yazdı; yanlış hatırlamıyorsam, sağ çıkamadığı Charité hastanesinde gripten yatarken bile yirmi kadar şiir yazdı. İşte bu da onlardan biri. Bu şiirden David Rieff’in Ölüm Denizinde Yüzmek kitabı sayesinde haberim oldu. İki dizesini almıştı Rieff, annesi Susan Sontag’ın kanserle olan mücadelesini anlattığı kitaba. Çevirisi pek güzel olmadı, ama anlattığı şey çok güzel, o nedenle paylaşmakta acele ettim. Belki daha sonra biraz daha düzeltirim.

Başka bir şey daha: şiiri arkadaşıma okuduğumda, pek beğenmedi; o bu duyguyu Nazım Hikmet’in daha iyi anlattığı kanısında. Sanırım üstadın Masalların Masalı şiirini kast ediyor.

Bilmiyorum, hangisi daha iyi bu konuda, Brecht mi, Nazım Hikmet mi. Siz karar verin. Aşağıya, deminden beri sözünü ettiğim şiiri, orijinali ile birlikte yazıyorum, buyrun:

Als ich in weißem Krankenzimmer der Charité
Aufwachte gegen Morgen zu
Und die Amsel hörte, wußte ich
Es besser. Schon seit geraumer Zeit
Hatte ich keine Todesfurcht mehr. Da ja nichts
Mir je fehlen kann, vorausgesetzt
Ich selber fehle. Jetzt
Gelang es mir, mich zu freuen
Alles Amselgesanges nach mir auch

Charité’nin beyaz odasında
sabaha karşı uyandığımda
ve karatavuğu duyduğumda,
daha iyi anladım. Epeydir
korkum kalmadı ölümden.
Artık başardım,
benden sonra da çıkaracağım
tadını tüm şakımaların.
Çünkü ben kendim bir hiçsem,
Ne eksilebilir benden.

15 Ocak 2014

Berlin- 2.

Sevgililer, ikinci Berlin notunu “haftaya yazarım” deyip aradan ancak bir ay geçtikten sonra yazabiliyorum; kusura bakmayın. Geçenlerde bir arkadaş "ne çok 'kusura bakmadık' bu sene" yazmış, çok güldüm :) Bir kez de benim kusuruma bakmayıverin işte.

Geçen sefer yazmaya Berlin’deki ırkçılık potansiyelinden ve Nazi döneminden söz açarak başlayınca ve konuyu orada bırakınca, doğal olarak bu konuyla devam edeceğimi düşündünüz ve sırf bu yüzden merak duyanlarınız var; ancak bu yazıda değinmeyeceğim sanırım. Bilmiyorum belki de yeri gelir. Aslında hiçbir şeyi tek seferde yazmam ve Hemingway abimiz gibi “yazdığım yüz sayfanın doksanının bok kovasını boylaması gerek”tiğini düşünürüm, ama bugün bir istisna yapıyorum; kafam güzel, çalakalem iyi bir ritim tutturdum, ne yazacağımı pek bilemiyorum, bakalım ne olacak.

Bir şehri bir kez, birkaç ay görmeyle tanımanın imkânsızlığından söz etmiştim; Batur “Paris, Ecekent” kitabında bu tanıma meselesinin başka bir yönüne daha dikkat çekiyor:
“…Paris, son yüzelli yıla bakılacak olursa, üzerinde en çok yazılmış, en yaygın ve ayrıntılı araştırmalara sahne olmuş kenti yerkürenin; bu durumda yapılacak iş, kişinin alabildiğine öznel bir yazıya yönelmesi. Böyle bir girişimin yalnızca gözlemlere, duygulara, izlenimlere dayanması eşyanın mantığı gibi görünebilir, değil: Bir şehirle, ama Paris ama İstanbul, ilişkiye girmek, bir yandan da onunla tanışmayı sürdürmektir: Bunu biliyordum, bunu yanlış biliyormuşum, bunu bilmezdim –avare ruhun avare yazısı yolda donanır”, diyor.
Berlin, Paris ve İstanbul ile karşılaştırılabilir değilse de, çok yazılıp çizildiği, tartışıldığı, araştırıldığı şüphesizdir; bu nedenle bana da en doğrusu insanın o şehirden yansıyan kendini yazmasıdır, orada hissettiklerini yazmasıdır, gibi geliyor. Üstelik dönüşümden birkaç ay sonra ara ara özlemle hatırladığıma bakılırsa, son tahlilde, “tanışmayı sürdürmek” istiyorum galiba. Son günlerde kendimi sık sık “Etnoloji Müzesi’ni tam olarak gezemedim yaa”, “Wannsee’yi de görseydim iyiydi” ya da ”Neues Museum’un Prehistorya bölümü de bu sene açılacak…” diye düşünürken buluyorum :)

Ben yurtdışına çok az çıkma fırsatı bulabildim. Hepsi de Avrupa’da olan dört ülkede, beş şehir gördüm. Ama hangisinde olursam olayım, kendimden hiç beklemediğim, müthiş bir rahatlık, özgürlük ve ait olma hissi duydum, hiç yabancılık hissetmedim. Berlin’in bana verdiği ilk duygu da işte bu rahatlık ve özgürlük duygusuydu (R.E.M.'den ÜBerlin eşliğinde okuyunuz:

Oraya giderken sanki memleketimin bilmediğim bir şehrine gidiyordum. Uçaktan indiğimde, “şu eşek ölüsü bavulu sürüklemek olmasa, havalanıcam sanki” diyordum. Yürürken yere basmıyordum neredeyse, o derece. Coşkun; Pessoa'nın dediği gibi, ben ve gökyüzü ve toprak:

YOLA ÇIKMAK! YİTİRMEK ÜLKELERİ

Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.

Fernando Pessoa, 1933 (Çev. Cevat Çapan)


Kafamdaki Berlin planı oldukça basitti. Her akşam farklı bir bira markası denemek, Mine gelene kadar sıkı çalışmak, ancak o geldikten sonra kenti ve müzeleri gezmek. Sonra yine çalışmak, yine bira içmek :) Ne tarihini okumuştum Berlin’in, ne bir rehber karıştırmıştım; çünkü aslında Berlin’i görmeye değil, tezime çalışmaya gidiyordum. Berlin amaç değil araçtı yani. Ancak bugün, giderken ve oradayken yeterince okuma fırsatı bulamadığım sevgili Berlinli ölülerim, satırları arasından beni Berlin’e geri çağırıyor. Özellikle Benjamin, Berlin’de doğmamış olsalar da bence biraz da burada yattıkları için Berlinli sayılmaları gereken Brecht ve Meinhof.

Benjamin; “yaşamı boyunca İbiza’dan Moskova’ya, Paris’ten Capri’ye, neredeyse tüm Avrupa’yı mekan edinmiş”[1], 1932’de benim yaşımdayken çocukluğunu yazmaya başlamış olan Benjamin. Brecht; Charite hastanesinde ölüm döşeğindeyken yazdığı şiirde “…epeydir korkmuyorum ölümden, … karatavukların şarkısının tadını benden sonra da çıkartabilirim”[2] diyen Brecht. Meinhof; “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı” tercih ettiği için mezarında dahi rahat verilmeyen Meinhof... Dönüp dönüp onları okuyorum, bugünlerde...

Kafamın güzelliği şu anda bir sızma özlemine döndü dostlar, huzurunuzdan şimdilik kaydıyla ayrılırken, tutamayacağım sözler vermiyorum, bir ara devam ederim, umarım çok uzun sürmez diyorum.




[1] Dellaloğlu, B. 2007. “Walter Benjamin”, Cogito 52, 7-8.
[2] Als ich in weißem Krankenzimmer der Charité
Aufwachte gegen Morgen zu
Und die Amsel hörte, wußte ich
Es besser. Schon seit geraumer Zeit
Hatte ich keine Todesfurcht mehr. Da ja nichts
Mir je fehlen kann, vorausgesetzt
Ich selber fehle. Jetzt
Gelang es mir, mich zu freuen
Alles Amselgesanges nach mir auch
[Brecht’in bu son şiirini çevirebilmeyi isterim; bakalım…]

5 Ocak 2014

Berlin- 1.

Berlin’de ilk günler, ilk izlenimler:

Geçen yıl bir burs aldım ve bu yıl, yazın üç ay süreyle doktora çalışmam çerçevesinde araştırma yapmak üzere Berlin’e gittim. Alman Arkeoloji Enstitüsü çalışanı olduğumdan, ilk iki hafta aynı kurumun Avrasya Şubesi misafirhanesinde kaldım, sonra da, daha önce beş yıl birlikte çalıştığımız, şimdi Berlin’de yaşayan bir iş arkadaşımın evini kiraladım.

İlk günlerde Berlin izlenimlerimi not alma, günlük tutma hevesim çok kuvvetliydi ve bir şeyler de karalıyordum; daha sonra gezmenin ve çalışmanın verdiği yorgunluk ve vakit darlığı buna fırsat vermez oldu. Döndükten sonra, yazma isteğim hâlâ çok kuvvetliydi, ama elde doğru dürüst bir günlük, alınmış not olmayınca, nereden başlayacağımı bilemiyordum. Kısa bir süre sonra, bir kitap tanıtımına rastladım; bu kitap, Enis Batur’un “siyah sert Berlin: üçgenler kitabı”ydı. Doğal olarak çok merak ettim, hem Enis Batur çok sevdiğim, kendisinden çok şey öğrendiğim bir yazardır, hem de kitabın tasarlanışı çok ilginç geldi. Tanıtım yazısında şöyle diyordu:

“Üç şehir (Berlin-Paris-İstanbul), üç yazar (Benjamin-Baudelaire-Tanpınar), üç zaman (dün-bugün-yarın) arasından üçgenler kurarak ilerleyen yazar, gezi edebiyatına ve şehir kültürüne farklı bir perspektiften bakıyor. Fotoğraflar, sanat yapıtları ve belgeler eşliğinde. Kısa sürede 3. baskıya ulaşan Paris Ecekent kitabının devamı olan Siyah Sert Berlin, edebiyatı farklı duyarlıklar eşliğinde kent kültürüyle yüzleştiriyor.”

Bana çok uzun gelen bir süre (iki hafta :) ) geçtikten sonra kitap çıktı ve çıkar çıkmaz alıp okudum; birçok satırın altını çize çize hem de. Batur’un kent hakkındaki belli başlı izlenimleri benimkilerle örtüşüyordu. Kitaptan yapacağım alıntılar ve bunların düşündürdükleri ya da çağrıştırdıkları, Berlin hakkında yazabilmek için bana rehberlik edebilirdi.  Şimdi okuduğunuzun ve bundan sonra yazacağım birkaç yazının yazılmasının iki ana nedeni var; ilki, anılar iyice küllenmeden kağıda dökerek kendimce onları koruma altına alma güdüsü ve bir nevi yazma egzersizi yapmak. Yoksa Berlin’i tanıtmayı filan amaçlamıyorum, bu kadar kısa bir zamanda kenti tanıyabildiğimi iddia etmek çok saçma olurdu.

Batur, Berlin’deki ilk günleri için bakın ne diyor: “Berlin’de ikinci gecenin sabahı, iki ayrı evde iki gece, iki sabah, iki ayrı evde iki pencere; ilki şehiriçi açık hava trenlerinin birkaçı terk edilmiş, otlarla kaplanmış yollarına bakıyordu, ikincisi bir tür içbahçeye açılıyor ve bir dolu pencere, karşı-pencere görüyor, inanılmaz bir sessizlik hüküm sürüyor burada.” s. 7.

Berlin’e gelip de kalacağım yere vardığımda (Dahlem- Berlin’in oldukça seçkin ve şehrin merkezi yerlerine azıcık uzak olan bir semti; Freie Universitaet burada çok geniş bir alana yayılıyor, Botanik Bahçesi de burada), yatak o kadar davetkâr, ortalık o kadar sessiz ve ben de o kadar yorgundum ki, valizleri odaya tıktıktan sonra biraz uyumaya karar verdim. Saatimin alarmını iki saat sonrasına ayarlar ayarlamaz uyumuşum. Saat çaldığında uyandım ama uyku çok tatlıydı, bir saat daha uyuyayım dedim; uyanabildiğimde, hava kararmıştı, telaşla saate baktım: 01:58! Berlin’deki ilk günüm ve gecem, uyuyarak geçmişti.

Sabah için tekrar saatimi kurdum ama yine kurduğum saatte kalkamadım, neden sonra kalktığımda saat 9 olmuştu;  açıldığı saatte hazır bulunmak istediğim kütüphane çoktan açılmıştı… Akşam, hiç âdetim olmayan bu uyku halinin nedenini anladım: odamın penceresinin üst kanadı açıkmış. Oksijen çarpması yani :)

Doğal olarak çok acıkmıştım, önceki gün öğlen uçakta yarısını yiyebildiğim yemekle duruyordum;  nasıl olsa bir market bulurum diyerek yol iz sormadan kendimi attım dışarıya, enstitünün arka kapısından bir sokağa daldım. Yarım saat ve tek tük evler ile geniş, bol ağaçlı parkların bulunduğu birçok sokak geçtikten sonra Türkiye’deki gibi her adım başı market bulunmadığını ancak anladım, soracak birini ya da marketin yerini gösterir bir plan bulma ümidiyle enstitüye geri döndüm. Kapıdan girerken, sol tarafta, çıkarken görmediğim bir levha fark ettim: Üzerinde, burasının (Alman Arkeoloji Enstitüsü Avrasya Şubesi’nin bulunduğu yapı kompleksinin) vaktiyle Yahudi Orman Okulu olduğu yazıyordu. Daha sonra böyle bir çok levha ve binaların önünde, yerde, o binada yaşamış ve soykırıma kurban gitmiş olan Yahudilerin isimlerinin yazdığı pirinç plakalar görecektim.

Berlin ile ilgili ilk izlenimim böylece oluşmuştu; sonraki günlerde daha da iyi anlayacaktım ki beni çarparak yedi uyuklayana döndüren havanın temizliğine, Berlin için olağanüstü sayılabilecek sıcaklığına (Haziran ortası ve otuz küsur derece), yemyeşilliğine, dinginliğine rağmen siyah, sert bir şehirdi burası. Geçmişin karanlığının gündüz gözüyle bile kararttığı bir şehirdi Berlin. Başka bir şey daha vardı: Bir bakışla, ses tonunda sezilen bir gerginlikle ya da düşünmeden edilmiş ve tam da bu yüzden etkili tek bir cümle ya da sözcükle bile kendini ele veren örtülü ırkçılık, gündelik yaşamın rahatlığına tezat bir biçimde kentin aurasını sertleştiriyordu.

5 Aralık 2013

Bir Selanik akşamında "Piensa en mi"



Bu şarkının bende tuhaf bir hikâyesi var. Yunanlı dostumun daveti üzerine üç dört gün kalıp gezmek için Selanik’e gitmiştim. İki yıl kadar oluyor. Kenti çok beğendim, bizim İzmir’e benzettim biraz; ama İzmir’i de çok fazla bildiğimi söyleyemem. Müzeleri filan gezdim. Şansıma hava da hep güzel gitti. İnsanlar çok sıcakkanlıydı. Hepsinden güzeli, işyerinden birkaç günlüğüne izin almış olmak ve çoluk çocuk sorumluluğu olmaksızın tek başına dolaşmaktı tabii. Bir akşam, dostum beni arkadaşlarıyla buluşup yemek yiyeceğimiz bir yere götürdü. Gittiğimizde, arkadaşları gelmişti, tanışma selamlaşma faslından sonra oturduk. Kapalı mekânda sigara yasağı olmasına karşın, fosur fosur içiliyordu. O akşam içtiklerimden değil de sigaradan kafayı bulduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu iki hanımdan biri hiç İngilizce bilmiyor, diğeri de ancak birkaç kelime biliyordu; benim arkadaşım da onları çok özlediğinden ve aramızda rahat, teklifsiz bir dostluk olduğundan benimle pek ilgilenmedi. Hemen hemen hiç ağzımı açmadan yemek boyunca oturdum. Öyle ki, tek kelime Yunanca bilmememe karşın, gecenin sonuna doğru, sanki içimde konuştuklarını anlamama ramak kalmış gibi bir duygu oluşmuştu. Gece bitti, biraz yürüdük, sonra bir taksi bulup doluştuk. Arkada, ortada oturuyordum. Radyo çalıyordu. Herkesin halinden memnun olduğu, çakırkeyif bir sessizlik vardı arabada. Güzel bir müzik sistemi vardı adamın. Kararında bir ses düzeyi ile, bu şarkı çalmaya başladı. Almodovar’ın “Tacones Lejanos” [Yüksek Topuklar] filminin müziklerinden biridir. Filmde çok duygulu bir sahnenin müziğidir bu; filmi anımsatmanın ötesinde, sözleriyle, melodisiyle, filmden bağımsız olarak da çok sevdiğim bir parçadır. Birden garip bir şey oldu, gözlerimden istemsiz olarak yaşlar akmaya başladı. Üzgün değildim, her zaman olduğumdan daha duygulu değildim. Ne oldu bana bilmiyorum; ağlamıyordum ama gözlerimden sicim gibi yaşlar iniyordu. Önce şoför fark etti, gözlerini kocaman açtı önce, sonra gülümsedi aynadan. Bir şey söylemek istedim ama sanki rüyada gibi, bir türlü ağzımı açıp bir şey söyleyemiyordum. Bir Almodovar filminin içindeydik sanki: güzel bir akşamda, camlar açık hızla giden bir otomobilin içinde "piensa en mi" çalıyor, benim gözlerimden yaşlar boşanıyor ve herkes bir parça endişeyle dönmüş bana bakıyor; ama bir şey sormuyor ya da söylemiyor. Bu İspanyolca şarkıyı dinlerken, Türkçe düşünüp hayıflanıyorum; İngilizce konuşmam gerek ama aklıma kırık dökük birkaç Almanca sözcükten başkası gelmiyor. Ne söylersem söyleyeyim arabadaki üç kişi zaten bir şey anlamayacak, ben de ortak lisanı kullanıyorum: gözyaşları içinde gülümsüyorum. Şarkıyı dinlemeye devam ediyoruz. Esintiyle deniz kokusu doluyor arabanın içine. Hayat güzel. 

4. Nisan 2013