30 Kasım 2012 Cuma

Onulmaz


LIV.

 

Onulmaz

 

Dindirebilir miyiz, eski, uzun Azabı?

Yaşar ve kımıldanır içimizde,

Kurt ölüyle, tırtıl meşeyle yıllar yılı

Beslenirse, öyle beslenir bizle.

Dindirebilir miyiz, eski, uzun Azabı?

 

Hangi iksir, bitki suyunda, hangi şarapta

Boğacağız bu çok eski düşmanı?

Tıpkı bir yosma gibi yıkıcı, obur o da,

Ve tıpkı karınca gibi sabırlı.

Nasıl boğacağız? –hangi iksirde? –şarapta?

 

Söyle, güzel büyücü, aydınlat, biliyorsan,

Yaralıların, atların ezdiği

Can çekişen, yarı ölü bir askeri andıran

Bu sıkıntılarla dolu zihni

Söyle, güzel büyücü, aydınlat, biliyorsan.

 

Kokusunu almış kurt, çoktan dikmiş burnunu

Ve başında kargalar dönüyor bak,

Bu asker gömülmekten kessin mi umudunu?

Böyle kurda kuşa yem mi olacak?

Kokusunu almış kurt, çoktan dikmiş burnunu.

 

Işıtılabilir mi çamurlu, kara bir gök?

Yırtılır mı acaba karanlıklar?

Ki ziftten daha yoğun; sabahı, akşamı yok,

Ne yıldızı, ne de şimşekleri var.

Işıtılabilir mi çamurlu, kara bir gök?

 

Hanın camlarındaki umut ışıklarını

Söndürmüşler hiç yanmamak üzere!

Aysız, ışıksız, çamurlu ve bozuk yollarda

Kalmış kurbanı barındırmaz kimse!

Şeytan söndürmüş bütün umut ışıklarını!

 

Güzel büyücü, hoşlanır mısın lanetlilerden?

Kalbimize, nişan tahtası gibi,

Zehirli oklar atan Azabı bilir misin?

Bilir misin hiç affedilmemeyi?

Güzel büyücü, hoşlanır mısın lanetlilerden?

 

Cehennemlik dişlerle kemirir Onulmazlık

Ruhumuzu, şu zavallı anıtı,

Ve tıpkı, beyaz karıncalar gibi, sık sık

Temelinden oyup çökertir yapıyı.

Cehennemlik dişlerle kemirir Onulmazlık!

 

Charles Baudelaire

Kötülük Çiçekleri

Türkçesi:  Erdoğan Alkan

29 Kasım 2012 Perşembe

Hani

5.
Sonra, işte yıllar sonra (yarıyı çoktan aşmış ömür sonra) gelir: "İşte o benim" der -- "bendim o işte..."


6.
O'dur işte:-
Birden parıldayıverir o eskimiş anı gözlerinin önünde; nasıl, nereden, sen bilmeden - niçin gittiğini bile anımsayamadığım o tepede (aslında, yıllar yılı orada oturmuşsundur); aşağıda uzanan şehrin önünde, o'dur işte aydınlanıveren.
O anıyı da aslında epey sonra anımsarsın -pek de inanamadan: 'olguları saptamağa', 'işin aslını bulmağa', 'uygun gerçekliğe ulaşmağa' çalışırsın (hatta, sonradan, gidip, oralarda gezinip 'gerçekler'i 'yerli yerine' oturtmağa çalışırsın), herzamanki budala tavrınla: Hayal mı kuruyorum?, dersin. -Oysa, işte, o, tek, biricik, gerçek anındır; senin -kendini de- yeniden kurmanı gerektiren; ancak senin kurmanla 'olgu', 'asıl' ve 'gerçek' olabilecek...
Gerçek olması, senin kurmanı gerektiren -
-en baştan; yeniden -yepyeni olmanı gerektiren...

8.
Gelecekti ama o sana işte:-
Senin zorunlu anlamın -zor anlaman; ama, işte, öyle!
Geldi de -kuşkun olamaz artık.
Şimdi onu barındırmayı, ona barınak, sığınak olmayı öğrenmelisin -bütün 'bildiklerini sandıkların'ı bir yana bırakıp, bir kenara atıp, onlardan kurtulup-


10.
Neler geçirmiş, neler çekmiş, nelerden, nerelerden geçmiş, sana gelene dek -bütün bunları da öğrenmen gerek: nasıl olmuş da, o belirsiz günden bu yana, hep gelişmiş, sana doğru: Nereden bilmiş -senin sen olduğunu; ve, kendisinin kendisi - o: çağırdığın ve beklediğin, olduğunu?
Nasıl? -Bilemeyeceksin; ama, eminsin bundan.
Bilmiyorsun; ama, bu, kesin.
İşte, o.


12.
Şimdi, onunla ilgili yaptıklarında, dikkat etmen gereken, ne yaparsan, hep kutsal birşey olarak yapman: Sonucunda ululanabileceğin ya da lanetlenebileceğin -içinde yücelebileceğin ya da batabileceğin -birşey- işte
-seni bir bütün olarak içine alacak, ya da tümüyle dışına atacak, birşey...
Biraz öyle biraz böyle; biraz ondan biraz bundan, değil artık:-
Tam---

13.
Ama bunu öyle herhangi bir 'sonuç'; bir 'gelecek' beklentisi olmaksızın gerçekleştireceksin: geçmişinden bugün(ler)ine uzanan uçlar 'ileri'ye doğru 'gelişme' olanağı tanımayacak -anlamın, ne sonlu ne sonsuz, bir şimdi içinde gerçekleşecek: O şimdi(ler)in anlam yoğunluğu öyle olacak ki, 'ileri'de, 'gelecek'te sürüp gitmesinin düşünülmesi saçma olacak.

***

Çünkü anlam çerçeven(iz) her yeni 'bugün'de, 'şimdi'de en baştan ve boydanboya yeniden kuracağın(ız) -yepyeni- bir çerçeve olacak -çünkü 'verilmiş', 'hazır' bir çerçeveniz yok (üstelik 'normal', 'olağan', 'alışılmış' her türlü çerçevelenmişlik, o anlama aykırıdır, onu çeler, giderek engellemeye yöneliktir); olamazdı da: ancak şimdi -burada kurabileceğin(iz) kadarıyla varolabilecek.
Anlamın(ız) şimdi, burada, var...


Oruç Aruoba
Hani
Metis, 9. bs. 2012

27 Kasım 2012 Salı

Corona’nın hikayesi: Bachmann ve Celan Mektupları



Tıpkı sarmaşıktan sarmaşığa atlayarak ormanda ilerleyen bir maymun gibiyim; Oruç Aruoba’nın kitabını okurken Ingeborg Bachmann’ın şiirini (Die Gestundete Zeit) gördüğümde, bu kez aklıma Ingeborg Bachmann düştü. Şiirlerini okumadan rahat edemeyeceğimi anladım. Çünkü yüzeysel bir araştırmayla öğrendiğim kadarıyla, iki şiir kitabının ardından uzun süre ara verişine ilişkin olarak: “şiir yazmak zorunluluğunu duymama karşın, istersem şiir yazmayı ‘başarabileceğim’ kuşkusuna kapılınca, şiir yazmayı bıraktım. Ve yeniden şiir yazmak zorunda olduğumu duyumsayıncaya kadar, yazacaklarımın, son yazdıklarımdan bu yana edinilen deneyimleri kapsayacak ölçüde yeni şiirler olacağına inanıncaya kadar şiir kaleme almayacağım” demiş... Gelgelelim, YKY’deki 2004 ilk ve tek baskısının uzun zaman önce tükendiğini biliyordum. Ne diye basmazlar? Ben de başka kitaplarına yöneldim, ister istemez… Şimdi “Kalp Zamanı”nı, Ingeborg Bachmann-Paul Celan Mektupları’nı okuyorum. İki şair 1948’de Mayıs’ta Viyana’da tanışmışlar, âşık olmuşlar birbirlerine; Haziran sonu P. Celan’ın Viyana’dan ayrılmasıyla, mektuplaşmaya başlamışlar. Bu mektuplar arasında uzun aralar var, ama mektuplardaki tutkuda hiç azalma yok.
İlk mektuplardan birinde, P. Celan’ın “Corona” şiirinden bahsediliyordu, ama şiir kitaba alınmamıştı. Bu şiiri merak ettim, aradım, buldum; Türkçesini de. Celan’ın şiirinde, mektuplarda bahsedilen, Bachmann’a doğum gününde hediye ettiği iki büyük gelincik buketine gönderme vardı; oysa Türkçe çevirisinde “gelincik”, “haşhaş” olarak çevrilmişti. Başka yanlışlar da, vardı… Bu da şiiri çevirmeyi göze almama neden oldu; oysa şiir çevirmeye genellikle cüret edemem. Çünkü bilirim ki bir dili ve kendinizinkini ne kadar iyi bilirseniz bilin, şiir çevirmek için, şiiri “anlamalı”, hakkında orada gördüğünüzden daha fazla, çok fazla şey bilmelisiniz. Hele de sürrealist bir şair olan Celan söz konusu olduğunda, bir de bu şiirde olduğu gibi özel, kişisel anlara gönderme varsa, çevirmeyi düşünmek cesaret ister. Burada estetik kaygıları bir yana bırakıp tamamen “doğruluk” üzerinde duruyorum. Mektuplarda birkaç ipucu bulduğuma ve birazcık anladığıma inandığım Corona’yı böylece çevirdim, işte (http://ibresizbirpusula.blogspot.com.tr/2012/11/corona.html). Aşağıya, ilgili mektupları da alıyorum ki, benim Corona’yı okurken aldığım zevki, belki, siz de alasınız.


Paul Celan’dan Ingeborg Bachmann’a, Paris, 20.6.1949

Ingeborg,
Bu yıl “belirsiz bir zamanda” ve geç geliyorum. Ama belki de, doğum günü sofrana gelincik, pek çok gelincik ve bellek, bir o kadar da bellek –iki büyük ışıl ışıl buket – bırakırken senden başka hiç kimsenin orada bulunmasını istemediğimdendir. Haftalardır bu anı bekliyorum.
                                                                                                                                             Paul


Ingeborg Bachmann’dan Paul Celan’a, Viyana, 24.6.1949

Canım,
Hiç aklıma getirmediğim için, bugün, öğleden önce –geçen yıl da aynı böyle olmuştu – kartpostalın tam anlamıyla uçup geldi, kalbimin içine kondu, evet öyle, seni seviyorum, eskiden hiç söylememiştim bunu. Gelinciği yine hissettim, derinde, çok derinde; harikalar yarattın, asla unutamam bunu.
Bazen buradan ayrılmaktan ve Paris’e gitmekten, ellerimi tuttuğunu, bana çiçeklerle dokunduğunu hissetmekten başka bir şey arzulamıyorum, sonra nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmek de istemiyorum. Benim için sen Hindistanlısın ya da daha uzak, karanlık, kahverengi bir ülkeden; benim için çölsün sen, denizsin, sır olan her şeysin. Hala hiçbir şey bilmiyorum senin hakkında ve bu yüzden senin için korkuyorum, bizlerin burada yaptığı herhangi bir şeyi senin yaptığını hayal edemiyorum, ikimiz için bir saray kurmalı ve o sarayın içinde benim sihirli efendim olabilmen için seni yanıma almalıydım, orada halılarımız ve müziğimiz olacak, orada aşkı bulacağız.
Sık sık düşündüm, senin en güzel şiirin “Corona”, her şeyin mermere dönüştüğü ve ebedileştiği bir anın çok önceden kusursuz bir biçimde gerçekleşmesi o. Ama buradaki ben için “zaman” olmuyor. Elime geçmeyecek bir şeye açlık duyuyorum, her şey sığ ve tatsız, yorgun ve daha kullanılmadan yıpranmış.
Ağustos ortasında Paris’te olacağım, birkaç günlüğüne. Neden diye sorma bana, ama benim için orada ol, bir akşamlığına ya da iki, üç… Beni Seine Nehri’ne götür, küçük balıklara dönüşene ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sularına.
                                                                                                                                             Ingeborg


Paul Celan’dan Ingeborg Bachmann’a, Paris, 4.8.1949

Ingeborg, canım,
Aceleyle birkaç satırcık, geleceğine ne kadar çok sevindiğimi sana söylemek için.
Umarım bu mektup zamanında eline geçer, sen de bana ne zaman varacağını yazarsın; seni karşılayabilir miyim? Yoksa buna izin yok mu, tıpkı seyahatinin nedenini, niçinini soramadığım gibi?
Sabırsızlık içindeyim, canım.
Paul’ün
Telefon numaram: DAN 78-41


Paul Celan’dan Ingeborg Bachmann’a, Paris, 20.8.1949

Sevgili Ingeborg,
Demek ancak iki ay sonra geleceksin, neden? Söylemiyorsun, ne kadar kalacağını da söylemiyorsun, burs alıp almayacağını da söylemiyorsun. Bu arada “mektuplaşmayı” öneriyorsun. Bu son yıl sana neden o kadar seyrek mektup yazdığımı biliyor musun Ingeborg? Nedeni sadece Paris’in beni korkunç bir suskunluğa itmiş olması ve bundan kurtulamamam değil; bir diğer neden, senin Viyana’daki o birkaç kısa hafta hakkında ne düşündüğünü bilememem. Senin ilk başta, hızla çiziktirdiğin satırlardan ne anlayabilirdim Ingeborg?
Belki de yanılıyorum, belki de birbirimizden tam da buluşmayı arzuladığımız noktada kaçıyoruz, belki suç her ikimizde. Bazen kendi kendime benim suskunluğumun belki de seninkinden daha anlaşılır olduğunu söylüyorum, çünkü üzerime yüklediği karanlık daha eski.
Biliyorsun: İnsan en önemli kararlarını hep tek başına almalıdır. Paris’i mi yoksa Amerika’yı seçmen gerektiğini bana sorduğun o mektubunu aldığımda buraya gelseydin ne kadar sevineceğimi sana söylemek isterdim. Bunu neden yapmadığımı anlayabiliyor musun, Ingeborg? Benim yaşadığım kentte yaşamanın senin için gerçekten biraz (yani, birazdan daha fazla) anlamı olsaydı bana akıl sormazdın diye düşündüm, tam tersine.
Uzun bir yıl geçti aradan, bu yıl içinde mutlaka karşına bir şeyler çıkmıştır. Kendi Mayısımızın ya da Haziranımızın bu yılın ne kadar gerisinde kaldığını bana söylemiyorsun…
Ne kadar yakınımda ya da uzağımdasın, Ingeborg? Bana söyle ki seni şimdi öperken gözlerini kapayıp kapamadığını bileyim.
                                                                                                                                             Paul


Devamını merak edenler için:
Kalp Zamanı
Ingeborg Bachmann Paul Celan Mektuplar
Çeviren İlknur Özdemir
Turkuvaz Kitap, 2009

26 Kasım 2012 Pazartesi

şiirimsi

İlk denemelerimden biri olan bu şiirimsi, kısa bir süre önce, ama ilginçtir ki İngilizce geldi. Bilmiyorum oldu mu olmadı mı, ama "koy gitsin" dedi arkadaşım bloga, koydum ben de:

Untitled

I always turn
to my book of escape
when I feel myself
deeper than blue
darker than black

The Definition of Love

As Lines so Loves oblique may well
Themselves in every Angel greet:
But ours so truly Parallel,
Though infinite can never meet.

Therefore the Love which us doth bind,
But Fate so enviously debarrs,
Is the conjunction of the Mind,
And Opposition of the Stars.

Andrew Marvell


..............

Aşkın Tanımı

Aşklar da çizgiler gibi eğimli olabilir
Her melekte yansıtan, kendini
Ama bizimkiler öylesine paralel ki

Sonsuzda asla buluşmaz, paralel çizgiler.

İşte bu yüzden, bizi bağlayan aşk,
Kaderin çekemeyip engellediği aşk,
Zihnin kesişmesi,
Ve yıldızların muhalefetidir.


Çeviri: İ. Banu Doğan

23 Kasım 2012 Cuma

Corona


Hale


Sonbahar yaprağını elimden yiyor: arkadaşız biz.
Zamanı kabuklarından soyup gitmeyi öğretiyoruz ona:
zamansa dönüyor yine kabuğuna.


Pazar gününün yansıması:
rüyada uyunuyor,
ağız doğruyu söylüyor.


Gözüm sevdiğimin cinselliğine kayıyor:
bakıyoruz birbirimize,
karanlıkları söylüyoruz birbirimize,
birbirimizi gelincik ve bellek gibi seviyoruz;
uyuyoruz, midyenin içinde uyuyan şarap gibi,
ayın kanlı ışığında uyuyan deniz gibi.

Pencerede sarmaş dolaş duruyoruz, sokaktan görüyorlar bizi:
bilinmesinin zamanıdır şimdi!
Taşın çiçek açmaya razı olmasının,
kalbin telaşla çarpmasının zamanıdır.
Zamanı gelmesinin zamanıdır.


Tam zamanı.



............................

Corona

Aus der Hand frißt der Herbst mir sein Blatt: wir sind Freunde.
Wir schälen die Zeit aus den Nüssen und lehren sie gehn:
die Zeit kehrt zurück in die Schale.



Im Spiegel ist Sonntag,
im Traum wird geschlafen,
der Mund redet wahr.


Mein Aug steigt hinab zum Geschlecht der Geliebten:
wir sehen uns an,
wir sagen uns Dunkles,
wir lieben einander wie Mohn und Gedächtnis,
wir schlafen wie Wein in den Muscheln,
wie das Meer im Blutstrahl des Mondes.


Wir stehen umschlungen im Fenster, sie sehen uns zu von der Straße:
es ist Zeit, daß man weiß!
Es ist Zeit, daß der Stein sich zu blühen bequemt,
daß der Unrast ein Herz schlägt.
Es ist Zeit, daß es Zeit wird.


Es ist Zeit.




Paul Celan

Almanca'dan çeviren: İ. Banu Doğan

Özlem Çekene Kılavuz, 4.



4.
Özlediğin, gidip göremediğindir;
ama, gidip görmek istediğin…

Özlem, gidip görememendir; ama
gidip görmek istemen…

Özlediğin, gidip görmek istediğin ---
ama gidip göremediğin…

Özlem, gidip görmek istemen ---
ama, gidememen, görememen;
gene de, istemen…

Oruç Aruoba
Uzak
2012

Etrafına bakınma!



Sieh dich nicht um.
Schnür deinen Schuh.
Jag die Hunde zurück.
Wirf die Fische ins Meer.
Lösch die Lapinen!

Es kommen härtere Tage.

Ingeborg Bachmann
Die Gestundete Zeit
1953

Etrafına bakınma.
Ayakkabını bağla.
Köpekleri kovala.
Balıkları denize at.
Kandilleri söndür!

Daha zor günler geliyor.

Çeviri: O. Aruoba

22 Kasım 2012 Perşembe

Rüzgâr


Rüzgârlarım vardı, tanırdım: Gündoğrusu, Batı, Karayel. Yosun ve balık kokan Lodos, dipdiri Poyraz. Gece kalır, ay çıkar: sabaha dek sütliman. Sonra ürpertir yavaşça, nereden geldiği belirsiz, esmeye başlar, bir bir yükselir, artar. Öğleye doğru kuzuya keser denizin üstü. Burunlardan savurtma eser; kuytulara hafif esintilerle dolar. Yüzmeye giderim, yelin tersine, rüzgâr almayan kumsala: Kole’ye ya da Aba’ya, Tatlısu’ya, Manastır’a… Dönüşte oradadır, beni bekler patikanın tepesinde, teknedeysem burundaki kayada. Serinletir, kucaklar, okşar. Sonra yemek, öğle uykusu, Çınaraltı’nda buluşmalar. Rüzgâr hiç durmaz bu arada: kıyıda, sokakta, bahçede, dağda; bir o yana, bir bu yana. Bilmem yaşam mıdır bir burgaçtan esip duran, hafifçecik ya da hoyrat, üstümüze. Belki Zaman! Sıradan ve gündelik oysa. Kayıkta, küçük bayrağı uçurur kıçta. Pruvada en eski kâkülümle oynar.

 

Samih Rifat

Ada

Sel Yayıncılık, 2001

Tavşan besleyen, tavşan besleyene der ki:



10.
Tavşan besleyen,
bütün yakınlaşma çabalarının yanlış anlaşılmasına;
ama, her yakınlaşma çabasına karşılık hemen bir
yakınlaşma bulmaya da alışmalıdır---------
bunun, giderek, ne denli anlamsız olduğunu
anlasa da ---------kendini hiç korkmadan ayaklarına
atan bir canlının bu korkusuzluğunun –güveninin(?)…-
nereden kaynaklanabileceğini de hesaba katarak…

11.
Tavşan besleyen,
daha önce ne yapmış olursa olsun,
en ufak bir yakınlaşma girişiminde
bulunduğunda, bütün geçmiş yapılanları unutup
-bağışlayıp(!)- yakınlaşacak
bir canlının sorumluluğunu üstlenmeye de hazır
olmalıdır ----bunun ne denli
anlamsız olduğunu bile bile…

12.
Tavşan besleyen,
kendisini sürekli anlamağa çalışan;
ama, hiçbir zaman anlayamayacak
-sürekli yakınlaşmağa çalışan; ama, hiçbir zaman
yakınlaşamayacak ---bir varlığı anlamağa; ona
yakınlaşmağa, çalışmayı da öğrenmelidir ----
bile bile…

13.
Tavşan besleyen,
uzaktan ve sessizce kargışlanmaya da hazırlıklı olmalıdır
---arada, gözlerinin içine --- garip bir biçimde
anlayarak, bilerek --- bakıldığını kurmaya da…

14.
Tavşan besleyenin işi de güçtür!

15.
Tavşan besleyen
-----ne yapmalıdır ki --- ---
tavşan besleyen, ne yapması gerekiyorsa onu
yapmalıdır ----- tavşan besleyene de kimse kılavuzluk
edemez…

Oruç Aruoba
Uzak
Metis, 7. bs. 2012

21 Kasım 2012 Çarşamba

Kutsal Kitap’a Sevda Karışırsa: Ezgiler Ezgisi


"Nasıl anlatsam" diye ilk defa olarak bir kitap üzerinde bu kadar uzun düşündüm. Belki kafam da çok dağınık ama, sanırım hem bu yazının eski bir versiyonunu 2012'de yayımladığım ve şimdi neresinden tutsam dediğim hem de bu süre zarfında söz konusu metinle ilgili görüşlerim değiştiği için bu kadar bocaladım. 

Elimdeki kitap, kadim bir metnin, Eski Ahit'teki bir bölümün çevirisi. Kendi deyimiyle metni bir kez daha "Türkçe söyleyen" Samih Rifat, yazdığı giriş yazısında, aslında metnin eskiden beri ilgisini çektiğini, ancak işin içine girmeden önce bu kadar sorunlu bir çeviri olduğunu fark etmediğini belirtiyor. Sorunlar hem içerikle ilgili farklı yorumları, hem de çağlar boyunca yapılan çeviri yanlışlarından doğan anlam sapmalarını, Latince çevirilerle ilgili sorunları, Rönesans'ın süslü eklentilerini, "bilimsel" çeviri denemelerini ve yakın zamanların "uçuk" yorumlarını kapsıyormuş. 

Samih Rifat en iyi çeviriyi başardığının sanılmamasını ancak şimdiye kadar Türkçe'de iyi olmadığını düşündüğü çeviri için en azından ne yöne gidilmesi gerektiğini gösterebildiğini sandığını söylüyor. Samih Rifat'a göre önceki çevirilerdeki sorun, metni hiçbir zaman bir ozanın ya da deneyimli bir şiir çevirmeninin ele almamış olmasıdır; eğer metin şiir gibi ele alınırsa her şey değişecektir. Değişmiştir de. Samih Rifat, önerdiği gibi, çeviride şiiri yakalayabilmiştir.

Benim metinle ilgili, 2012 yılından bu yana değişen görüşüm, Ezgiler'in kutsal kitap içindeki varlığına şaşırmamak gerektiğiyle ilgili. Evet, bütünden aykırı gibi duruyor, ama aslında kitabın binlerce yıl önce birçoğu münferit sözlü kültür ürünü ayrı ayrı fragmanlardan sonradan bir araya getirilerek yazıya geçirildiğini düşündüğümde, artık bana Samih Rifat'a geldiği kadar şaşırtıcı gelmiyor. Bu olguyu Walter J. Ong Sözlü ve Yazılı Kültür kitabında çok iyi açıklamıştır; Jan Assmann da Kültürel Bellek'te, tekrarlanan, sık sık kopyalanarak seçilen ve merkezileştirilen, ya da tam tersine göz ardı edilerek unutulan metin oluşturma mekanizması üzerinde durur. Eski Ahit de bu mekanizmanın işleyişinin en güzel izlenebildiği örneklerden biridir. 

Burada sözü sahibine bırakıyorum, umarım sıkıcı girizgahım aşkın en eski, en saf ve doğal (en kutsal değil) ifadesiyle tanışmaktan alacağınız keyfi ve şaşkınlığı etkilemez. Metnin estetiği ise şüphesiz kadim ozanların çağlar boyu tekrarlayarak mükemmelleştirmelerine olduğu kadar Samih Rifat'a da borçludur: 


“Kutsal Kitap’ın sayfalarını karıştıran birinin onunla karşılaştığında şaşırmaması olanaksızdır. Yalvaçların, kralların, firavunların, günahkar ecelerin, çobanların ya da kölelerin birbiri ardından sahneye çıkıp indiği, baştan başa savaş, göç, öç alma, kıtlık, katliam, yıkım, ölüm, kösnü öyküleriyle ve eskil bir tarih kitabı söylemiyle süregiden  Eski Antlaşma (Ahd-i Atik) metinleri arasında bir çiçek bahçesi gibi durur Ezgiler Ezgisi. Öğütler, yasalar, kurallar, meseller, korkutmacalar arasında birdenbire aşktan, sevdadan, ayrılıktan, kavuşmalardan söz açar. “Tanrı her işi, her gizli şeyi yargılayacaktır, ister iyi, ister kötü olsun” dizelerinin hemen ardından (Türkçe çevirinin esas aldığı sıralamada Ezgiler’den önce yer alan Vaiz’in son dizeleridir bunlar) “Öpücükler versin bana ağzıyla!” dizesi gelip patlayıverir birdenbire ve Kutsal Kitap’ın ağırbaşlı, kutsallık yüklü, çoğu kez ürkünç dünyası içinde, yeni, bambaşka bir dünyaya bir pencere açılır. Kutsal Kitap’ın dinsel konulardan uzaklaşan tek bölümü değildir Ezgiler. Ama dilinde, biçeminde, başka bölümlerle karşılaştırılamayacak bir imge zenginliği, tartışılmaz bir güç vardır. Tüyler ürpertici güzellikte dizeler, unutulmaz söz dizileri gelip geçer okurun önünden. Üstelik sözü edilen şeyler de, kutsal bir kitaba yakışmayacak kadar tenseldir çoğu kez: Sevgilinin “mür” damlayan dudaklarından, kulelere benzeyen boynundan, ceylanın ikiz yavruları gibi oynaşan memelerinden, içi şerbet dolu bir kupaya benzeyen dişiliğinden dem vurulur. Sekiz uzun şiir boyunca süregiden ve kim tarafından söylendiği çok da iyi anlaşılmayan bu sevda sözlerinden sonra, Kutsal Kitap, Yeşaya’nın ilk dizeleriyle eski biçemine döner: 'Ey gökler, dinleyin, ey yeryüzü kulak ver! Çünkü Rab konuşuyor: Çocuklar yetiştirip büyüttüm, ama bana başkaldırdılar…' Büyü bozulmuş ya da en azından başka bir büyüye bırakmıştır yerini.

Saydığımız özellikleriyle, Kutsal Kitap’ın, çok değişik yorumlara yol açmış ve çözümsüz görünen gizemlerinden, bilmecelerinden biridir Ezgiler Ezgisi (ya da Ali Ufki Bey’in çevirisindeki eski adıyla Neşideler Neşidesi)… Yahudiler, Ezgiler Ezgisi’nin Tanrıyla İsrail halkı arasındaki sevgiden, Hıristiyanlar ise, İsa’yla kilisesi arasındaki aşk ilişkisinden dem vurduğunu söylerler size. Yahudi yorumcular için, “sevgilinin memeleri arasında yatan mür kesesi” Tanrı’yla bir melek arasında duran İbrahim, metinde sözü geçen tilkiler, Suriyeliler ve Mısırlılardır. Hıristiyanlar için aynı tilkiler, Yahudileri simgeler. İki taraf da, savlarını kanıtlamak için bin dereden su getirirler. Ve örneğin Paul Claudel gibi büyük bir ozan, Kutsal Kitap’ta on-on iki sayfaya sığan, toplam 117 “ayet”lik bu şiirlerde sözü edilen sevinin tensel değil göksel bir sevi olduğunu kanıtlamak için beş yüz otuz sayfalık, epeyce sıkıcı bir kitap yazar. Öte yandan yukarıda da söylediğimiz gibi Kutsal Kitap’a iyice yabancı bir parçadır Ezgiler Ezgisi ve birkaç kez Kutsal Kitap’ın dışında tutulması gerektiğini savunanlar çıkmıştır. Biçem ve dil özelliklerinden İ.Ö. 450 dolaylarında kaleme alındığı sanılan bu metin, düpedüz erotik bölümleriyle, “Tanrı’yla halkı arasındaki sevgi” masalına çok da inanmayan sofu hahamları rahatsız etmiştir besbelli…”
s. 9-10.



Ezgiler'den birkaç dize ya da ayeti (! :)) kitabı edinip okumanız dileğiyle buraya alıyorum:

I, 15
İşte güzelsin sevgilim güzelsin işte
Gözlerin iki güvercin

IV, 9
Yüreğime dokundun kızkardeşim kadınım
Yüreğime dokundun tek bakışınla
Tek halkasıyla saçının

VI, 5
Gözlerini çevir benden
Başımı döndürüyor bakışın
Saçların bir keçi sürüsü sanki
Gilat dağından akan

VIII, 6
Mühür gibi koy beni yüreğinin üstüne
Mühür gibi kolunun üstüne
Çünkü ölüm gibi güçlüdür sevi
Ölüler ülkesi gibi sarptır tutku
Ve alev yanığıdır yanıkları
YHVH’nin alevi


Kutsal Kitap’ta tensel aşka yer veren, bir vaha-metin olan Ezgiler Ezgisi, 2007 yılında aramızdan ayrılan Samih Rifat’ın 2002 tarihli çevirisiyle, zaten güzelken tadından yenmez hale gelmiş.  S. Rifat, bu öykü-şiire yazdığı girişi, şöyle bitiriyor:

“ 'Mühür gibi koy beni yüreğinin üstüne' diyor Ezgiler’in adsız ozanı, 'Mühür gibi kolunun üstüne/Çünkü ölüm gibi güçlüdür sevi.' Bu sözün –şiirsel tadı ötesinde– ne denli gerçek olduğunu anlamak için yaşamda bir kez âşık olmak yetmez mi?"

Kutsal Kitap’a Sevda Karışırsa (önsöz, 2002)
Ezgiler Ezgisi, Can Yayınları, 2008

(Chagall'ın desenleriyle)


Edit: 14.2.2015

12 Kasım 2012 Pazartesi

Marcus Aurelius'un ömür ve zaman üzerine düşünceleri

“İnsan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış, algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir.”

“… insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şeyi yitiremez.”

"Zamanın hızla akıp geçmesi karşısında yapılması gereken şey, “an”ı, “şimdi”yi yaşamaktır. Ama bu, Epikurosçuların anladıkları anlamda “an”ı yaşamak değildir. Marcus Aurelius’un dediği, zamanın akışı karşısında “an”ın değerini vermek, ama bunu kuşkusuz, Stoacı ahlakın ilkelerine göre yapmaktır. Marcus Aurelius, zamanın hızlı akışını: 'insanın uçarken görüp gönül verdiği bir serçenin daha ona sevdalanır sevdalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gidişine' benzetiyor."

s. 20
Marcus Aurelius
Düşünceler (Çev. Şadan Karadeniz)
YKY, İstanbul, 2004

11 Kasım 2012 Pazar

Zen Haytası

     Altı saat içinde makalenin son halini vermem gerekiyor. Beşinci fincan kahve de bitmek üzere. İlk ikisi yazı yazma törenine uygun hazırlandı. Porselen filtreyi kedi motifli kupanın üzerine yerleştirdim, iki kişilik kağıt filtreye iki buçuk kaşık kahve koydum. Kaynadıktan sonra yaklaşık dört dakika beklettiğim suyu, çaydanlığın uzun ince ağzından kahve tepeciğinin önce yanlarına, sonra orta kısmına, usulca döktüm. Hafifçe kabaran kahvenin suyu bardağa süzülürken, geriye hoş kokulu bir tortu kaldı. İkincide, enlemesine renkli çizgileri olan kupayı kullandım. İlerlemeyen satırlarda, çamur kıvamındaki hazır kahveleri kırmızı fincanla içtim. Kahvenin en çok tüketildiği ülkelerin başında neden İtalya ve Japonya'nın geldiğini, Amerikan kahvesinin de Amerikan kültürü gibi sulandırılmış olduğu düşüncelerini kovmak için çalan cd'yi değiştirmeye kalktığımda, balkon kapısında titreyen tülün ardında onu gördüm. Hiç buralı gibi değil. Merhaba diyorum, bir pati geri çekiliyor.
   Albümü değiştiriyorum, protest-rock şarkılar feryat figan odaya yayılıyor. Makale yazımının başına geçiyorum. Bitirebilirsem iddialı bir yazı olacak, iddiası çok kurcalanmamış bir konuda somut belgeler kullanıldığından. "Geç Meiji Dönemi'nde İstanbul'da Üç Japon Düşünür". Başlığa takılıyorum, muhakkak şöyle diyenler çıkacak -başta ben- : İstanbul'da üç Japon düşünürse, Ankara'da beş Çinli ne yapar?
   Dakikalar ilerlemiş, şarkılar bitmiş, Dream Theater uyumuş. Duvar dibindeki gölgeden mırıltılar duyuluyor.
   Avrupa'ya geçerken şöyle bir uğramışlar İstanbul'a. Güzelliğine hayran kalmışlar, sokaklarında yürümüşler, kimisi bir İslam ülkesinin baş şehrinde bir ağaç gölgesi tenhalığında kendine kanyak ikram edilmesine şaşırmakla yetinmeyip teklifi kabul etmiş; bazıları Paşalarla konuşmuş; halkla bire bir iletişim kurmaya çalışanlar olmuş. Japonya'da yüzyıllar boyu biriken Batı kaynaklı Türkiye bilgisine ilk elden gözlem ve deneyimler böyle katılmış; mektuplarda, seyahatnamelerde ve en sonunda masamın üzerindeki dosyalarda yer almış. Bu belgelerle yazılacak makale akademik kaygıların giderilmesine birebir; oysa ben Ikyu'yu anlatmak istiyorum.
   Salonun köşesine bıraktığım tastaki sütü içtikten sonra uzunca bir süre beni izledi, patileri kapıya dönük. Bakıştık bir süre. Usulca yaklaştı yanıma, bacaklarıma süründükten sonra, dizime çıktı. Başını yana eğip boynunu okşattı. Kendini ağırdan alma hallerinin yerini sevimli bir şapşallık kaplamıştı ki, kucağımdan atladı; balkon kapısından dışarı çıktı.
   Biwako Gölü'nün karanlık sularına kendini bırakmak üzereyken bir karga sesi duyar Zen Keşiş Ikkyu, bu onun Nirvana'ya erme anı olarak anlatılır. Sandalı karaya yöneltir ve yaşamının geri kalan kısmnda Başrahip olarak Budist çömezleri eğitir. Sıra dışı bir keşiştir: Budizm'in kutsal Sutralarının yazılı olduğu kağıtları, tuvalet ihtiyacını giderdikten sonra temizlik için kullanır. Bu hareketini taklit eden çömez keşişi, Budizm'e hakaret ettiği için huzurundan kovar.
   Gün doğalı birkaç saat geçmiş olmalı.
   Makale son halini aldığında içimde bir işi sonlandırmanın saadeti. Böylesi durumlarda sevdiğim kadının yüzü daha net çizilir zihnimde. Onun ve benim, ilişkimize yüklediğimiz anlam farklı. Ikkyu'nun karga ötüşüne, Sutraların yazılı olduğu kağıtlara verdiği anlam, çömezlerin verdiği anlamdan farklı. Kedinin en şapşal halini içtenlikle gösterdikten sonra dizimin dibinden ayrılmayacağından emin olduğum bir anda, çekip gitmeyi tercih etmesi ise, kedi bilgeliğinde farklı bir anlam taşıyor olmalı.
   Her insan, her an, her soluk sadece kendisiyken, zihinlerimize kazınmış imgelerden arınmak gerek. İşte o zaman anlamlı ve sahici yaşarız.
  
Ali Volkan ERDEMİR
Güncel Sanat, Sayı 11 (2011)
"Geç Meiji Dönemi'nde İstanbul'da Üç Japon Düşünür" başlıklı yazı, Toplumsal Tarih dergisinin 197. sayısında (2010 Mayıs, sf. 76-82) yer almıştır.